Uzak diyarlarda, yemyeşil ormanların ve mavi dağların arasında, küçük ve sevimli bir köy varmış. Bu köyde, herkesin sevdiği neşeli bir çocuk yaşarmış: Keloğlan. Keloğlan’ın başı pırıl pırıl, kalbi ise tertemizmiş. Kendisi fakirmiş ama yüreği zengin mi zenginmiş. Annesiyle birlikte, köyün kenarındaki küçük kulübede yaşarlarmış.
Bir sabah, güneş yeni uyanmış, kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye başlamış. Keloğlan gözlerini ovuşturup yer yatağından kalkmış. Annesi tandırın başında, sıcak yufkalar yapıyormuş. Keloğlan yanına koşmuş.
“Günaydın ana!” demiş gülerek.
“Günaydın benim akıllı oğlum,” demiş annesi, başını okşayarak. “Bugün nasılsın bakalım?”
“Karnım aç ama yüreğim tok,” demiş Keloğlan gülerek. “Hem bugün içimde bir macera isteği var. Sanki başıma güzel bir şey gelecek.”
Annesi, derin bir nefes almış. “Keşke bize gelen güzel şey, biraz da un, biraz da yağ olsa,” demiş. “Evde yiyeceğimiz azaldı.”
Tam o sırada, köyün meydanından bir ses duyulmuş. “Yetişinnn! Köylüleerrr!” diye bağıran ince bir ses. Keloğlan ve annesi hemen kapıya koşmuşlar. Meydanda, yaşlı muhtar telaşla etrafa sesleniyormuş. Köylüler meydanda toplanmış.
Muhtar, “Köylüler!” demiş. “Köyümüzün tek doktoru olan Lokman Dede hastalanmış! O olmazsa, kimsenin yarasını kim sarar, kim hastalarımıza bakar? Daha dün, bana ‘Dağın ardındaki Şifalı Ot’u bulursan iyileşirim’ dedi. Ama oraya gitmeye kimse cesaret edemiyor.”
Kalabalığın içinde fısıldaşmalar başlamış.
“Orman çok karanlıkmış.”
“Dağın ardında devler dolaşırmış.”
“Cinler varmış, periler varmış.”
Herkes korkmuş, kimse öne çıkmamış. O sırada ince bir ses yükselmiş:
“Ben giderim!”
Herkes bir anda susmuş, sesin geldiği yöne bakmış. Meydanın ortasında, başı kel ama yüreği cesur Keloğlan duruyormuş.
Muhtar şaşırmış. “Keloğlan, sen daha çocuksun. O kadar yolu tek başına nasıl gidersin?”
Keloğlan gülümsemiş. “Kafam kel ama aklım yerinde muhtar amca. Hem Lokman Dede’ye kim yardım edecek? Eğer kimse gitmezse, o da iyileşmez. Ben denerim.”
Annesi endişeyle yanına gelmiş. “Oğlum, ormanlar, dağlar tehlikeli olabilir. Korkarım başına bir şey gelir.”
Keloğlan annesinin elini tutmuş. “Ana, sen bana hep ne dedin?”
“İyi kalpli ol, doğru sözlü ol, yardım etmekten korkma,” demiş annesi.
“İşte,” demiş Keloğlan, “ben de öyle yapacağım. Hem bakarsın dönerken, sana da dağlardan ceviz, ormandan böğürtlen getiririm.”
Köylüler gülümsemişler. Muhtar, elindeki eski bir haritayı çıkarmış. Haritada dağın, ormanın yolu çiziliymiş.
“Bak Keloğlan,” demiş muhtar, “Bu ormanın ortasında Gümüş Dere var. O derenin karşısında, gökyüzüne uzanan büyük bir dağ görürsün. O dağa tırman. Zirvesine yakın, parlak yeşil yapraklı, mor çiçekli bir ot göreceksin. İşte o, Şifalı Ot. Ama dikkat et, onu koparırken dilek tut ve ona iyi davran. Yoksa gücünü saklar derler.”
Keloğlan haritayı dikkatle incelemiş, sonra bağrına basmış. Annesi küçük bir çıkın hazırlamış: İçine biraz ekmek, biraz peynir, bir de su koymuş.
“Oğlum,” demiş, “yolda karşına her kim çıkarsa çıksın, önce selam ver, sonra yardım et. İyilik eden, iyilik bulur demiş ataların.”
Keloğlan, annesinin ellerini öpmüş, köylülere el sallamış ve ormana doğru yürümeye başlamış.
Ormana girince, ağaçlar gökyüzünü neredeyse kapatmış. Güneş ışığı dallar arasından incecik süzülüyormuş. Kuşlar cıvıldıyor, sincaplar daldan dala atlıyormuş. Keloğlan, yürürken neşeli bir türkü tutturmuş:
“Dağları aşarım,
Yollara şaşmam,
İyilik peşinde
Ben asla kaçmam...”
Bir süre sonra, ince bir inilti duymuş. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken, bir ağacın dibinde yaralı bir tavşan görmüş. Tavşanın ayağı bir çalıya dolanmış, hareket edemiyormuş.
“Ah canım tavşan,” demiş Keloğlan, “Dur, sana yardım edeceğim.”
Yavaşça tavşanın ayağını çalıdan kurtarmış, su kabından biraz su vermiş. Tavşan minnetle gözlerini kırpıştırmış.
“Teşekkür ederim Keloğlan,” demiş incecik bir sesle. Keloğlan şaşırmış.
“Sen konuşabiliyor musun?”
“Bu ormanda, iyilik yapan herkes, hayvanların dilini anlar,” demiş tavşan. “Sen iyi kalplisin. Sana bir sır vereyim: Gümüş Dere’ye geldiğinde, sudan korkma. Su, iyi kalplileri geçirmeyi sever.”
Keloğlan sevinmiş. “Sağ ol tavşan kardeş,” demiş ve yoluna devam etmiş.
Biraz ileride, bir ağacın dallarına takılmış küçük, mavi bir kuş görmüş. Kanadı ipe dolanmış gibi kıpırdayamıyormuş. Keloğlan hemen ağaca tırmanmış, ipi çözüp kuşu kurtarmış.
Kuş mutlulukla kanat çırpmış. “Cik cik! Teşekkür ederim Keloğlan!”
“Ne güzel sesin var,” demiş Keloğlan. “Umarım yine özgürce uçarsın.”
Kuş, “Sana bir şarkı öğreteyim,” demiş. “Dağın başına geldiğinde bu şarkıyı söylersen, rüzgâr sana yol gösterir.” Ve melodik bir şarkı söylemiş. Keloğlan, şarkıyı ezberlemiş, beraber mırıldanmışlar. Sonra kuş gökyüzüne doğru uçup gitmiş.
Keloğlan yürümüş, yürümüş. Nihayet Gümüş Dere’ye varmış. Dere, güneş ışığında parlayıp gümüş gibi akıyormuş. Gürül gürül, berrak ve serinmiş. Fakat geçecek bir köprü yokmuş.
“Şimdi ne yapacağım?” diye düşünmüş Keloğlan.
Tam o sırada, tavşanın sözünü hatırlamış: “Sudan korkma. Su, iyi kalplileri geçirmeyi sever.”
Keloğlan, derenin kenarına eğilmiş. “Ey Gümüş Dere,” demiş, “Ben köyün Lokman Dede’sini iyileştirmek için Şifalı Ot’u arayan Keloğlan’ım. Yüreğimde kötü niyet yok. Bana geçecek bir yol verir misin?”
Dere, sanki onu duyup anlamış gibi, birdenbire taşların arasında küçük bir patika açmış. Sular iki yana eğilmiş, ortasında kuru taşlardan oluşan ince bir geçit görünmüş.
“Vay canına!” demiş Keloğlan. “Teşekkür ederim Gümüş Dere!” Taşların üzerinden dikkatle atlayarak dereyi geçmiş.
Karşısında, masmavi gökyüzüne uzanan büyük bir dağ duruyormuş. Dağın eteklerinden zirvesine kadar, çam ağaçları, renk renk çiçekler ve kıvrıla kıvrıla giden bir patika varmış. Keloğlan derin bir nefes almış, tırmanmaya başlamış. Yükseldikçe hava serinlemiş, rüzgâr yüzünü okşuyormuş.
Tırmanırken, bir kayanın dibinde inleyen bir ses duymuş. “Offf, offf!”
Sesin geldiği yere bakınca, kuyruğu sıkışmış bir tilki görmüş. Tilkinin kuyruğunun üstüne ağır bir taş düşmüş.
“Kıpırdayamıyorum,” demiş tilki acıyla. “Yardım eder misin?”
Keloğlan önce etrafına bakınmış, sonra ince uzun bir dal bulmuş. Dalları kaldıraç gibi kullanarak taşı yavaşça yana itmiş. Taş kayınca, tilkinin kuyruğu kurtulmuş.
Tilki, minnetle gözlerini kısmış. “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum,” demiş.
“Teşekküre gerek yok,” demiş Keloğlan. “Yolda her kim yardıma muhtaçsa, yardım etmek gerekir.”
Tilki, “Öyleyse,” demiş, “ben de sana yardım edeyim. Dağın zirvesine yaklaştığında, mor çiçekli Şifalı Ot’u bulacaksın. Sakın kökünü tamamen sökme. Sadece birkaç yaprağını kopar, sonra sıkıca teşekkür et. Şifalı Ot da bir candır. Ona iyi davranırsan, o da sana iyiliğini esirgemez.”
Keloğlan başını sallamış. “Unutmam tilki kardeş,” demiş. Sonra yeniden yola koyulmuş.
Yorulmuş ama pes etmemiş. Her adımda annesini, köylüleri ve hasta Lokman Dede’yi düşünmüş. Nihayet dağın tepesine yakın düz bir yere ulaşmış. Orada, güneş ışığının en parlak vurduğu noktada, diğer otlardan farklı bir bitki görmüş. Yaprakları parlak yeşil, çiçekleri mor ve hafifçe parlayan bir bitkiymiş. Etrafında tatlı bir koku varmış.
“İşte!” demiş Keloğlan fısıldayarak. “Şifalı Ot.”
Yavaşça yanına yaklaşmış. Eğilerek bitkiye seslenmiş. “Merhaba Şifalı Ot. Ben Keloğlan. Köyümüzün şifacısı Lokman Dede çok hasta. Onu iyileştirmek için senden yardım istemeye geldim. Senden izin almadan hiçbir yaprağını koparmayacağım.”
Rüzgâr hafifçe esmiş, bitkinin yaprakları hışırdamış. Sanki Keloğlan’ın sözlerini dinliyormuş gibiymiş.
Keloğlan, kuşun öğrettiği şarkıyı mırıldanmaya başlamış. Rüzgâr da şarkıya katılmış, etraf sakince dalgalanmış. Sonra Keloğlan ellerini birleştirip dileğini söylemiş: “Dilerim Lokman Dede iyileşsin, köylüler sağlıklı olsun, kimse aç ve hasta kalmasın.”
Sonra, tilkinin öğüdünü hatırlayarak, bitkinin sadece birkaç yaprağını nazikçe koparmış. “Teşekkür ederim Şifalı Ot,” demiş. “Sana söz, seni incitmeyeceğim. Sen burada kal, büyümeye devam et. Başkalarına da şifa ol.”
O anda, bitkinin mor çiçekleri parlamış, etrafa daha güzel bir koku yayılmış. Sanki Keloğlan’a gülümsüyormuş.
Keloğlan, poşetine dikkatle Şifalı Ot’un yapraklarını koymuş. Dağdan inerken, bir yandan da içinden, “İyilik eden iyilik bulur,” sözünü tekrar etmiş. Gümüş Dere’ye geldiğinde, dere yeniden taşların üzerinden ona yol vermiş. Ormanda tavşan onu yolun yarısına kadar uğurlamış, kuş tepeden uçup ona eşlik etmiş, tilki uzaktan “Hoşça kal!” diye seslenmiş.
En sonunda, Keloğlan yorgun ama mutlu adımlarla köy meydanına girmiş. Köylüler onu görünce etrafına toplanmışlar.
“Geldi! Keloğlan geldi!”
“Başarabildi mi acaba?”
“Elinde ne var?”
Keloğlan nefes nefese, “Şifalı Ot!” demiş. “Lokman Dede nerede?”
Hemen Lokman Dede’nin küçük evine gitmişler. Lokman Dede yatakta bitkin halde yatıyormuş. Gözleri hafif kapalıymış.
“Dede,” demiş Keloğlan, “Senin için dağın ardına kadar gittim. Bak, Şifalı Ot’un yapraklarını getirdim.”
Lokman Dede, zayıf gözleriyle Keloğlan’a bakıp gülümsemiş. “Aferin sana yiğit çocuk,” demiş. “Bundan sadece iyi kalpliler getirebilir. Çabuk, bir tencerede su kaynatın.”
Köylüler hemen su kaynatmış. Lokman Dede, titreyen elleriyle Şifalı Ot’un yapraklarını suya atmış. Tencerenin içinden hoş bir koku yükselmeye başlamış. Su, yeşilimsi bir renge dönüşmüş.
“Bu çayı bana içirin,” demiş Lokman Dede. Keloğlan, dikkatle çayı bir kaba doldurmuş, Lokman Dede’ye içirmiş. Bir süre sonra, Lokman Dede’nin yüzüne renk gelmiş, gözleri parlamaya başlamış. Yavaşça doğrulmuş, sonra ayağa kalkmış.
“Tüh tüh tüh,” demiş gülerek. “Bakın hele, yine dimdik ayaktayım! Şifalı Ot sağ olsun, ama asıl bu cesur yürek sağ olsun.”
Köylüler sevinç çığlıkları atmış. Kimisi alkışlamış, kimisi “Yaşa Keloğlan!” diye bağırmış. Annesi ise sevinçten gözyaşlarını tutamamış, oğluna sarılmış.
“Benim yiğit oğlum,” demiş, “Sen başkaları için yollara düştün, iyilik ettin, hayvanlara yardım ettin. Bak, sonunda hem Lokman Dede iyileşti, hem de köyümüz mutlu oldu.”
Lokman Dede, Keloğlan’ın başını okşamış. “Sen sadece Şifalı Ot’u değil, bizi de iyileştirdin Keloğlan. Bize cesareti, iyiliği, merhameti hatırlattın.”
Muhtar, kalabalığın arasından çıkıp elinde küçük bir kese getirmiş. “Bu kesenin içinde köylülerin sana teşekkür hediyesi var,” demiş. “Biraz un, biraz buğday parası. Artık sen ve annen daha rahat yaşarsınız.”
Keloğlan gülümsemiş. “Ben bunu istememiştim ama,” demiş. “Ben sadece Lokman Dede iyileşsin istedim.”
Annesi, “Oğlum,” demiş, “Bazen iyilik edenin hediyesi de olur. Önemli olan, hediyeyi hak etmek. Sen fazlasıyla hak ettin.”
O günden sonra, köyde kim hastalansa, Lokman Dede Şifalı Ot’un gücüyle onları iyileştirirmiş. Ama herkese bir şey daha anlatırmış:
“Şifalı Ot’un asıl gücü, iyi kalpli yüreklerde saklıdır. Keloğlan olmasaydı, ben de iyileşemezdim.”
Keloğlan ise eskisi gibi mütevazıymış. Ormanda dolaşır, tavşanla konuşur, kuşla şarkı söyler, tilkiyle sohbet edermiş. Ama her seferinde, Şifalı Ot’un bulunduğu dağa saygıyla bakar, içinden teşekkür edermiş.
Ve köyde herkes bilirmiş ki: İyilikle çıkılan yolu, rüzgâr da dere de dağ da sever. Yardım etmekten korkmayanların maceraları, her zaman mutlu sonla biter.
İşte böylece, Keloğlan’ın Şifalı Ot macerası, hem köye sağlık, hem de kalplere umut getirmiş. Ve onlar bir süre değil, uzun süre, mutluluk ve sağlık içinde yaşamışlar.
Arkadaşlarınla Paylaş
