

Bir zamanlar, güzel bir ülkede Prens Cemal yaşarmış. Prens Cemal, herkesin sevdiği ve hayran olduğu iyi kalpli bir prensmiş. Bir gün, Prens Cemal, annesi ve babasıyla birlikte ormanda yapacakları bir pikniğe gitmek için hazırlanmış.
Prens Cemal ve ailesi, ormanda birçok hayvanla karşılaşmış. Kuşlar şarkılar söylerken, tavşanlar oyun oynuyorlarmış. Prens Cemal, her bir hayvana sevgiyle yaklaşmış ve onları seyrederken büyük bir mutluluk hissetmiş.
Birden, ormanda büyük ve esrarengiz bir yer bulmuşlar. Merakla içeri doğru yürümüşler ve içeride güzel bir şelale keşfetmişler. Ama şelalenin yanında hüzünlü bir prenses oturuyormuş.
Prens Cemal hemen prensese yaklaşmış ve ona neden bu kadar üzgün olduğunu sormuş. Prenses korkulu gözlerle etrafına bakmış ve "Büyülü bir yaratık tarafından hapsedildim ve sadece gerçek bir prens tarafından kurtarılabileceğim" demiş.
Prens Cemal, hemen prensesi kurtarmaya karar vermiş. Büyülü yaratığı bulmaya ve prensesi özgür bırakmaya yardımcı olmak istemiş. Birlikte yaratığı bulmak için macera dolu bir yolculuğa çıkmışlar.
Yolculuklarında, Prens Cemal ve Prenses birçok zorluğa ve tehlikeye karşı koymuşlar. Ama hiçbir şey onların azmini kıramamış. Onlar birlikte çalışarak tüm engelleri aşmış ve nihayet büyülü yaratığın yaşadığı mağaraya ulaşmışlar.
Mağaraya girdiklerinde, korkunç bir canavarla karşılaşmışlar. Canavar, Prens Cemal'e zorlu bir sınav vermiş. Prens Cemal, cesareti ve zekasıyla tüm soruları doğru cevaplamış.
Canavar, şaşırmış ve prensesin hapisten kurtulmasına izin vermiş. Büyülü yaratık, prensesi özgür bırakırken "Gerçek bir prens, cesur ve sevgi dolu bir kalbe sahiptir" demiş.
Prens Cemal ve Prenses, sevinç içinde şelalenin yanına dönmüşler. Prenses, prense teşekkür etmiş ve kalbinin gerçek bir prensin sevgisiyle dolmasını sağladığı için minnettar olduğunu dile getirmiş.
Prensesin minnettarlığı, Prens Cemal'in kalbini ısıtmış. Her ikisi de birbirlerine olan sevgilerini açıklamış ve birlikte mutlu bir şekilde yaşamaya karar vermişler.
Ve o gün, Prens Cemal ve Prenses, düğünlerini kutlamak için ülkelerine geri dönmüşler. Onlar, gerçek aşkın, cesaretin ve sevginin her türlü engeli aşabileceğini göstermişler.
Ve masal burada sona erer. Prens Cemal ve Prenses, hayatlarını birbirlerine olan sevgiyle doldururlar ve hep mutlu yaşarl

Bir gün Prenses Lara, sarayın bahçesindeki gül korusunda dolaşırken küçücük bir kapı keşfetti. Bu kapının üzerinde, eski dilde kazınmış “Sırların Kapısı” yazıyordu. Kapı, göründüğünden daha ilginçti: Küçücük bir anahtar deliği, minik bir kilit ve etrafında tanımlayamadığı simgeler. Lara’nın kalbi heyecanla çarptı. “Acaba bu kapı nereye açılıyor?” diye mırıldandı. Tam içeri bakmak isterken, arkadan bir ses geldi: “Merhaba Lara, ne yapıyorsun burada tek başına?”
Sesin sahibi Prens Cemal’di. Şatosunun geniş koridorlarında yaramaz kardeşini hep bulmakta zorlanırdı ama Lara’nın macera arayışını anlayışla karşılardı. “Merak ettim,” dedi Lara. “Bu kapı sanki gizli bir dünya barındırıyor.” Cemal, kız kardeşinin elinden tuttu ve sordu: “Beraber açalım mı?” İkisi birbirine bakıp gülümsediler. Macera böylece başlamıştı.

Gülhane Krallığının saray bahçesinin derinliklerindeki bu sır kapısını açmak için küçük bir merdivenden aşağıya indiler. Altlarında, dolambaçlı taş koridorlar ve ışıl ışıl parlayan taş duvarlar görünüyordu. Koridorun sonunda, parlak bir tünel onlara davetkâr bir ışıkla göz kırpıyordu. Cemal, kız kardeşine cesurca, “Eğer bir tehlike çıkarsa hemen geri döneriz,” dedi. Lara ise gözlerini kocaman açtı ve “Harika!” diye bağırdı.
Tünelden içeri adım attıklarında etraflarında dans eden minik ateş böcekleri gibi parlayan toz zerrecikleri belirdi. Hava tatlı çam kokusuyla doluydu. “Burası Büyülü Orman,” diye fısıldadı Cemal. “Efsanelerde adı geçer. Sadece kalbi temiz ve aklı açık olanlar içeri girebilir.” Lara, bir ağacın altındaki çiçeklerin taç yapraklarını incelerken, birden duydukları hışırtı ikisini de irkildi. Devasa bir baykuş, altın rengi tüyleriyle dallardan süzülerek yere kondu. Gözleri bilgece parlıyordu.

Baykuş yumuşak bir sesle konuştu: “Ben Bilge Uhu. Bu ormanda geçen herkes üç bilmeceyi doğru yanıtlamak zorundadır. Yoksa yolun kapısı kapanır.” Cemal ve Lara birbirine baktı. Korku ve heyecan iç içe geçmişti. Lara utangaçça öne çıktı: “Denemek isteriz.” Uhu kanatlarını açtı ve ilk bilmeceyi sordu: “Geceleri parlar, güneşe bakamaz. Gözünü kapatınca yine parlar. Bu nedir?” Cemal hemen cevapladı: “Yıldız!” Baykuş başını salladı. “Doğru.”
Ardından ikinci bilmece geldi: “Ne kadar çok paylaşırsan, o kadar fazla büyür. Alırsan küçülür. Bu nedir?” Lara aniden coşkuyla bağırdı: “Sevgi!” Baykuş gökyüzüne doğru baktı ve tavizsiz bir ciddiyetle “Evet,” dedi. Sıra son bilmeceye gelmişti. Bilge Uhu eğildi ve fısıldadı: “Beni daha çok kullandıkça, açlığım artar. Yemeğimse kelimeler ve sayılardır. Bu nedir?” Cemal tereddüt etti, sonra gülümsedi: “Kitap!” Baykuş uzun uzun bakıp kanatlarını çırptı. “Tebrikler, cesur ve akıllı kardeşler. Yolunuz açık.”

Uhu kanatlarını iki kez vurunca, ormanın içinden uzayan bir patika beliriverdi. Patikada, toprağın içinde gömülü minik mücevher taşları gibi parlayan çiçekler yan yana dizilmişti. Çiçeklere bastıkça hafifçe titriyor, altından minik melodiler duyuluyordu. Lara dizlerini karnına çekmiş eğlenceyle zıpladı. “Burası müzikli çiçek korusu mu?” dedi neşeyle. Cemal de eğildi, bir çiçeğin yaprağını okşadı o anda çiçekten cıvıl cıvıl bir melodi yükseldi. İkinci bir çiçeğe dokundu, nota aralığı değişti. İkisi koro gibi şarkı söyleyen bir koroyu yönetir gibi çiçeklerden melodiler çıkarıyor, kahkaha atarak ilerliyordu.
Korunun sonunda büyülü bir harita parlıyordu. Haritanın üzerinde “Gölgelerin Gölü” işaretlenmişti. Etrafında altın rengi yüzgeçleri olan minik bir balık figürü duruyordu. Lara’nın gözleri parladı: “Burada başka bir sır mı bizi bekliyor acaba?” Cemal mantıklı bir sesle yanıtladı: “Haritayı takip edelim, ama dikkatli olalım.” Haritanın parlayan izi, onları çiçek korusundan alıp ormanın kendi kendine akan nehirlerine götürdü.

Nehrin kenarında, süt beyazı zambaklar açmıştı. Sular alabildiğine durgun, adeta bir ayna gibiydi. Gölgelerin Gölü burasıydı. Tam ortaya adım atacakları sırada, yeşil pullu, inciye benzer dişleriyle zarif bir su perisi su yüzüne çıktı. “Hoş geldiniz, cesur kahramanlar,” dedi nazikçe. “Ben Gölperi. Bu gölün incileri kayboldu. Onları bulamazsam göl kuruyacak ve burada yaşayan tüm canlılar susuz kalacak.” Lara endişeyle sordu: “Nasıl yardım edebiliriz?” Gölperi hüznün ardından umut dolu bir bakış attı: “Kayıp inciler gölün altındaki mağarada, karanlıkta gizli. Fakat oraya ulaşmak için önce bir bilmeceyi yanıtlamanız ve ardından göle inmeyi göze almanız gerekiyor.”
Prens Cemal cesurca öne atıldı: “Deneyeceğiz!” Lara omzuna dokundu: “Beraberiz.” Gölperi elini suya daldırdı, suyu ikiye bölen bir ışın yarattı. Altın sarısı bir merdiven oluştu. Merdiven, suyun içine doğru uzanıyordu. Cemal el feneri gibi parlayan bir su topuzu aldı, Lara’ya uzattı. “Bu seni aydınlatacak,” dedi. İkisi merdivenden indiler, sular titreşti ve renkli balıklar arasında yol aldılar.

Derinlerdeki mağara girişine geldiklerinde soğuk, hafif bir esinti karşıladı. Lara su topuzunu yukarı kaldırdı ve etraf aniden aydınlandı. Mağaranın duvarlarına işlenmiş resimler, burasının eskiden bilgelik ve dayanışma simgesi olduğunu anlatıyordu. Tam ortada, inci dolu bir deniz kabuğu duruyordu. Ancak kabuğu koruyan bir gölge şekli, sanki hareket eden bir siluet vardı. Cemal fısıldadı: “Bu büyük kaygı, kabuğa dokunursak bizi sınayacak.”
Gölün derinliklerindeki gölge bir soru fısıldadı: “Biri olmadan diğeri eksiktir biri başlar, diğeri son. Ama bu ikisi bir arada hayat demektir. Nedir onlar?” Lara bir an düşündü, yüzü aydınlandı: “Başlangıç ve bitiş… gün doğumu ve gün batımı!” Gölün gölgesi hafifçe titredi. “Doğru,” dedi. Anında inci dolu kabuk nazikçe açıldı ve inci taneleri havada süzülerek Prens Cemal’in ellerine düştü. Işıltılar tanrı misali koridoru aydınlatırken, ikili derin bir oh çekti.

Yüzeye çıktıklarında Gölperi belirmiş, mutlulukla gözleri dolmuştu. “Siz gerçek kahramansınız. Cesaretiniz, merakınız ve sevginiz sayesinde, göl kurtuldu!” İnci tanelerini göle geri attılar, her inci suya değdiği anda etrafa hayat veren ışık dalgaları yayıldı. Kurumuş dikenler canlandı, minik çiçekler açtı, su nilüferleri yeni tomurcuklarını gösterdi. Göl, yeniden masalsı ışıltısına kavuştu.

Prens Cemal ile Prenses Lara, saraya dönerken hem yorgun hem de gururluydular. Kraliyet bahçesinin kapısından içeri girdiklerinde sarayın halkı onları çiçeklerle, müzikle karşıladı. Kral Halim ve Kraliçe Dilara, çocuklarına sarılarak “Siz birer kahramansınız, hem cesaret hem zekâ gösterdiniz,” dediler. Halkın alkışları arasında, iki kardeş öğrendikleri en büyük dersleri hatırladı: Merakın izin verdiği sürece dünya keşfedilmeyi bekleyen bir hazine, cesaretle birleştiğinde ise her sır çözülebilirdi.

O günden sonra Prens Cemal ile Meraklı Prenses Lara, Gülhane Krallığı’nın en sevilen kahramanları oldular. Hikâyeleri nesilden nesile aktarıldı, çocuklara sevgiyle, bilgiyle ve cesaretle dolu maceranın kapılarını araladı. Ve onlar, her yeni güne yine sırlar arayarak, dostluklarını ve hayal güçlerini büyüterek başladılar. Ne var ki en önemlisi, gerçek bir maceranın kalpte sevgiyle, akılda merakla ve başkalarına yardım etme isteğiyle başladığıydı. Böylece Gülhane Krallığı, daima mutlu, daima umut dolu yaşadı.
Arkadaşlarınla Paylaş