

Elif ile Yusuf, mütevazı bir Anadolu köyünde, sıcak bir yaz sabahı avluda oynuyorlardı. Büyükannelerinin tavan arasında buldukları eski bir pusulayı incelemek, onların en büyük merakıydı. Elif, pusulayı çevirdikçe kırmızı ibrenin bir o yana bir bu yana sallandığını fark etti. Yusuf, heyecanla “Acaba bu pusula bizi nereye götürür?” dedi. Büyükanneleri içeri seslenince ikisi de pusulayı elden bırakıp sofraya koştular. Kahvaltının ardından büyükanneleri onlara hikâyesini anlattı: “Bu pusula sandığıma göre sihirli. Doğru niyetle oynarsanız, kıbleyi bulmanızı sağlar, kalbinizin sesini dinletir.”
Elif ile Yusuf, sol elimizdeki küçük el pusulasını tuttular ve “Ya Rabbi, kıblemizi gösterecek kadar iyiyizdir inşallah,” diye mırıldandılar. Aniden pusula parıl parıl parlamaya başladı. Pencereden içeri nazlı bir esinti girdi, salonun tavanındaki eski avize hafifçe sallandı. Çocuklar gözlerine inanamadı: Evde hissettikleri yerçekimi hafifledi, sonra sanki bir masal göğüne doğru yükseldiler.

Bir anda kendilerini rengârenk çiçeklerle dolu bir bahçede buldular. Her çiçek farklı bir yöne bakıyor, güneşe doğru eğilip selam veriyordu. Ortada asılı duran dev bir çark, pusulanın ibresiyle uyumlu bir şekilde dönüyordu. O sırada Lâleh Kuşu seslendi: “Merhaba cesur yolcular! Ben Lâleh Kuşu. Sizi kıblenin sırrına götürecek dört diyara davet ediyorum. İlk durağımız Güneş Çiçekleri Bahçesi doğudan doğuya, batıdan batıya kadar her çiçek kıblenize dair ipucu saklıyor.”

Elif elini uzattı, bir çiçeğe dokundu. “Burada ne yazıyor?” diye sordu. Çiçeğin taç yaprağında küçük harflerle “Dua senin gönlüne ibadetine kılavuzdur” yazıyordu. Yusuf yanındaki başka bir çiçeği okudu: “Kıble, birbirine bakan kalplerin ortak yönüdür.” Lâleh Kuşu kanatlarını çırptı: “Güzel dinlediniz. Şimdi ikinci diyara uçalım!” Pusula tekrar ışıldadı, çocukları yumuşacık bir bulut yatağının üzerine taşıdı.

Gözlerini açtıklarında kendilerini yıldızlarla dolu bir gökyüzü geçidinde buldular. Her yıldız farklı bir kıble göstergesiydi bazıları kum saati gibi eğilmiş, bazıları hilal şekline bürünmüştü. Gökyüzünde parlayan bir yıldız, sihirli bir melodi eşliğinde onlara fısıldadı: “Kıble, yönü bulmaktan öte, kalplerin birliğidir. Nerede olursan ol, bir nefesle bir olmayı hatırla.” Yusuf yıldızlardan birine elini uzattı yıldız yumuşak bir ışıkla eline dolandı ve “Kâbe’ye aşk ile bak, orada tüm ümmet buluşur,” dedi.

Üçüncü diyara geçtiklerinde uçsuz bucaksız bir deniz kenarındaydılar. Dalgalar kıyıya sırayla bakıyor, maviye doğru eğiliyor, sonra geriye çekiliyordu. Deniz kabukları kıyıda bir harf oluşturuyordu: “İslam’ın kalbi Kâbe’dir.” Buhar gibi yükselen ses, “İbadetin yönü sabit kalpte saklıdır,” diye devam etti. Elif derin bir nefes aldı o anda kıyıdaki kumların arasından altın sarısı bir harita fışkırdı. Harita, bir pusula güvertesini andırıyordu ama dört yanındaki oklar farklı coğrafyalar yerine dört erdemi işaret ediyordu: Sabır, sevgi, saygı, birlik.

Dördüncü diyarda ise altın rengi kum tepeleri uzanıyordu. Her tepe, farklı bir renkte parlıyor, göğe doğru minare biçiminde yükseliyordu. Tepeler birbirine dönüp konuşur gibiydi: “Güneydeki tepe içten gelen teslimiyeti, doğudaki tepe şükrü, batıdaki tepe tevazuyu, kuzeydeki tepe dosdoğru duruşu anlatır.” Elif ile Yusuf tepelere tırmanırken pusulanın ibresi tam ortaya kilitlendi. Tepede, Kâbe’yi temsil eden küçük bir model yükseliyordu. Avuçlarındaki harita eksiksiz bir rota çizmişti: “Kıble, ruhun pusulasıdır,” diye yankılandı rüzgâr.

Derken dört diyarın kapıları bir arada açıldı ve çocuklar kendilerini göğe asılı dev bir sarayın içinde buldular. Sarayın duvarları mozaiklerle örülü, her taşın içine “Allah” kelimesi işlenmişti. Kapıdaki bilge veli, uzun sakallı, ancak gülümseyen bir portrede canlanmıştı. “Merhaba Elif, merhaba Yusuf,” dedi. “Siz kıblenin sırrını aradınız. Şimdi son bilgiyi almanın zamanı geldi.” Bilge veli elini kaldırınca saray avlusunda dev bir harita belirdi. Üzerinde dünyanın dört bir yanından minyatür minareler, kubbeler, dağlar, denizler çizilmişti. “İşte kıble,” diye açıkladı bilge. “Bu haritada Kâbe’nin yerini gösteren ok, yalnızca coğrafi yön değil kalplerin birliği, ümmetin dayanışması, ibadetin merkezi demektir. Nerede olursanız olun, namaz kıldığınızda bu merkezi hissedersiniz.”

Elif ve Yusuf ellerindeki pusulayı uzattılar. Pusula son kez parladı ve kırmızı ibre tam ortada sabitlendi. Bilge veli bir kutu uzattı onlara. İçinde minik bir altın yıldız ve bir parça minare tozu vardı. “Bu, kalbinize parlaklık katacak. Her gün niyet ettiğinizde, bu yıldızı dudaklarınızın ucuna koyun minare tozunu avuçlarınıza sürün. Böylece kıbleye yürüdüğünüz her adımda kalbinizin pusulası hep sabit kalacak.”

Çocuklar teşekkür etti, gözleri kamaşan ışıklarla birlikte eski evlerine geri döndü. Salonun tavanından hâlâ avize sallanıyor, pusula mutfak masasında pırıl pırıl parlıyordu. Büyükanneleri onlara tebessümle baktı: “Nasıldı rüyanız çocuklar?” Elif ve Yusuf birden bire heyecanla birbirlerine baktılar. “Bu bir rüya değildi, anneanne,” dediler. “Biz kıblenin kalpteki yerini gördük. İbadetin, sevginin, bir arada olmanın yönünü.” Sonra el ele tutuşup minare tozundan iki parça avuçlayarak: “Ya Rabbi, niyetimizi doğru kıl, kalbimizi kıbleden ayırma,” diye mırıldandılar.

O günden sonra Elif ile Yusuf her namaz vakti önce altın yıldızı dudaklarına koydular, sonra avuçlarına minare tozundan aldıktan sonra bakışlarını kırmızı ibreli pusulaya çevirdiler. Evlerinin bahçesinde diz çöküp aynı yönde saf tuttular. Birbirlerinin ellerini sımsıkı tuttular çünkü artık biliyorlardı ki kıble yalnızca coğrafi bir yön değil, sevgiyle tutulan, birliği inşa eden, kalpteki en güçlü ses demekti. Ve o ses, her daim Kâbe’den yükselen barış, sevgi ve kardeşlik nidasıydı. Böylece masalları gerçek oldu hem eğlenmiş hem öğrenmişlerdi ve kalplerindeki pusula her zaman gerçek kıblenin yerini gösteriyordu.

Arkadaşlarınla Paylaş