

Deniz altı yaşındaydı ve en çok iki şeyi severdi: merak etmeyi ve sayı saymayı. Ama bazen, özellikle üçten sonrasını, kafası karışınca tersine çevirebilirdi. O sabah, penceresinden içeri sızan ışık, odayı şeker kokulu bir sabah gibi yaptı. Deniz, yastığının kenarına konmuş pırıltılı sarı bir tüy gördü. Tüy bulut kadar yumuşaktı ve ufacık bir sesle “Günaydın!” dedi.
“Ben Pırıltı,” dedi ses, “Sayılar Bahçesi’nden geliyorum. Bahçemizde Gülümseme Saati, sayılarını kaybedince gülmeyi unuttu. Onu güldürmek için 1, 2, 3, 4 ve 5’in ışıklı damlalarını toplamamız gerek. Cesur ve meraklı birine ihtiyacım var. Gelir misin?”
Deniz’in gözleri büyüdü. “Gelirim!” dedi, ayaklarını yatağından sarkıtarak. Ayağına iki terliğini geçirdi, dolabından küçük çantasını aldı. Kapının yanında daima bekleyen minik arkadaşı, kahverengi tüyleri pamuk gibi kabarık bir sincaptı: adı Fındık’tı. Fındık da merakla başını eğdi, “Cık cık, ben de gelirim!” dedi.
Pırıltı kanatlarını çırptı, tüyden bir yol uzandı. Deniz, Fındık ve Pırıltı o yoldan yürüdüler. Yolun kenarlarında çiy damlaları birer küçük ayna gibi parlıyordu. Bir süre sonra gökkuşağından bir kemerin altına vardılar. Kemerin üzerinde beş küçük işaret vardı: 1, 2, 3, 4, 5. İşaretler, sanki şarkı söyler gibi hafifçe titreşiyordu.
“Birlikte söyleyelim mi?” dedi Pırıltı. “Bir (1), iki (2), üç (3), dört (4), beş (5)!”
Deniz de Fındık da aynı anda söyledi. Sözler havaya yazıldı ve kemerin taşları gülümser gibi oldu. İçerisi Sayılar Bahçesi’ydi. Ağaçların yaprakları minik rakam şekillerinde kıvrılıyordu. Rüzgar esince, yapraklar fısıldıyordu: “Bir… iki… üç… dört… beş…”

İlk durak Birler Ağacı’ydı. Dalları göğe tek bir uzun parmak gibi uzanmıştı. En tepesinde, kocaman bir çiçek, tek bir çan gibi sallanıyordu. Ağacın gövdesine asılı bir levhada şöyle yazıyordu: “Bir tek güneş gökte bir tek ay gecede bir tek kalp içimizde.”
Pırıltı, “Bir sayısını bulmak için çevredeki ‘tek’ olanı görmen gerek,” dedi.
Deniz etrafa baktı. Çiçeklerin arasında yürüdü. Bir sürü beyaz kelebek uçuşuyor, bir sürü sarı papatya açıyordu. Ama çimler arasında kırmızı benekli yeşil bir uğur böceği gördü. Fakat burada sadece bir taneydi. “Aaa,” dedi Deniz, “Burada bir uğur böceği var. Bir tek!”
Fındık kuyruğunu salladı. “Cık!” dedi, “Bir tane!”
Deniz ve Fındık, uğur böceğine el salladılar. Tam o sırada ağacın tepesindeki çan çiçek şıngırdadı ve içinden bir ışık damlası süzüldü. Pırıltı, “Bu Bir’in damlası!” dedi. “Aferin! Hatırlayın: bir dediğimizde tek olanı, yalnız olanı düşünürüz.”
“Bir,” dedi Deniz, elini kalbinin üstüne koyup. “Bir kalp!”

Sıradaki durak İkizler Köprüsü’ydü. Köprü, iki kalın ip ve iki sağlam ayaktan oluşuyordu. Köprünün altında minik bir dere şırıldıyordu. Köprünün girişinde iki kardeş ördek duruyordu tüyleri güneşte parıldıyordu. İkisi aynı anda vak vak etti.
“Buradan geçmek için çiftleri bulman gerek,” dedi Pırıltı. “İki sayısı hep birlikte olan şeyleri sever.”
Deniz düşünmeye başladı. “İki göz,” dedi, parmaklarıyla gözlerine işaret ederek. “İki kulak!” Fındık küçük patilerini gösterdi: “İki patim var,” dedi. Deniz, ayaklarına baktı, “İki terliğim var.” Köprünün etrafına bakınca, iki mavi balonun çalıya takıldığını gördü. Balonların ipleri birbirine dolanmıştı.
Deniz balonları çözerek havaya bıraktı. İki balon, iki kardeş ördeğin başının üstünde dans etti. Ördekler sevinçle vak vakladı, köprü zeminindeki iki minik çiçek aynı anda açıldı ve içlerinden iki ışık birleşerek tek bir damlaya dönüştü. Pırıltı onu yakaladı. “Bu da İki’nin damlası!” dedi. “İki, birlikte olmayı, ikiz olmayı sever: iki göz, iki kulak, iki kanat, iki ayakkabı.”
Deniz, “Bir, iki,” diye saydı ve gülümsedi.
Üçüncü durak Üçtepeler’di. Yan yana durup ufukla aynı renge boyanmış üç küçük tepe. Her tepenin tepesinde üçgen şekilli bir bayrak dalgalanıyordu. Rüzgar üç ritimde esiyor gibi geliyordu: fıs fıs fıs. Üç küçücük kuş, üç tepenin üç farklı ağacına konmuştu. Hep bir ağızdan şarkı söylüyorlardı: “Üç adım at, üç notayı tut, üç kez gül!”

Pırıltı, “Üç sayısı üçlüleri sever,” dedi. “Bir üçgenin üç kenarı, üç köşesi vardır bir üç tekerlekli bisikletin üç tekeri.”
Deniz yerde üç yuvarlak taş buldu. “Bir, iki, üç!” dedi ve taşları üçgen şekline yerleştirdi. Fındık, üç küçük fındığı yerde yan yana dizdi: “Cık!” dedi, “Üç fındık!” Üç kuş sevinçle daha da yüksekten şarkı söyledi ve bayrakların ucundan üç küçük parlak tanecik düştü, havada birleşip bir ışık damlasına dönüştü.
“Üçün damlası!” dedi Pırıltı. “Harika gidiyoruz! Hadi birlikte tekrar edelim: bir (1), iki (2), üç (3)!”
Deniz, bunu söyleyince kalbi daha da hafifledi. “Sayılar şarkı gibi,” dedi. “Bazen karıştırıyorum ama böyle oynayınca kolay oluyor.”
Dördüncü durak Dört Pencere Meydanı’ydı. Meydanın ortasında, dört penceresi olan bir kule vardı. Her pencere farklı yöne bakıyordu: doğu, batı, kuzey, güney. Pencerelerin kenarları kare şeklindeki taşlarla örülmüştü. Kare taşların her birinin dört kenarı ve dört köşesi vardı. Meydanda dört küçük çan, dört farklı yüze sahip saat gibi duruyordu. Etrafta dört yavru kedi kıkır kıkır koşuyordu sanki mırıltıları bir şarkının nakaratıydı.
Pırıltı, “Dört sayısı düzeni sever,” dedi. “Masanın dört bacağı gibi, yılın dört mevsimi gibi, bir karedeki dört köşe gibi.”

Gökyüzündeki bulutlar bile sanki dörde bölünmüş gibi eşit parçalar halinde ilerliyordu. Kuledeki pencerelerin her birinde başka bir renk parlıyordu: kırmızı, mavi, sarı ve yeşil.
“Dört çanı sırayla çalabilir misin?” diye sordu Pırıltı. “Her çanın sesi farklıdır doğru sırayla çalarsan rüzgarlar dans eder.”
Deniz çanların önünde durdu. Fındık çok dikkatli bakıyordu. Çanların altındaki taşlarda küçük minik işaretler vardı: bir yaprak, iki damla, üç çizgi, dört nokta. Deniz birinci çanı çaldı. Tınnn! İkinci çanı çaldı. Tınn! Üçüncü çanı çaldı. Tin! Sonra dördüncü çanı çaldı. Tııınnn! Dört çanın sesleri bir araya gelince, kule pencerelerinden dört renkli rüzgar fışkırdı. Rüzgar, dört yavru kedinin bıyıklarını havalandırdı, bulutları dört yanına dağıttı ve kule tepesinden bir ışık damlası dönerek aşağı süzüldü.
“Dördün damlası!” dedi Pırıltı. “Şimdi elimizde bir, iki, üç ve dört var.” Deniz yüksek sesle tekrar etti: “Bir, iki, üç, dört!”
“Dört tekerlekli arabalar, dört yön, dört mevsim,” diye mırıldandı Fındık, dört küçük adım atarak.
Son durak Beş Işık Çayırı’ydı. Çayır, öğle güneşinde şeker gibi parlıyordu. Toprakta beş uçlu küçük yıldız çiçekleri açmıştı. Çayırda beş küçük fıskiye vardı su, beş ayrı koldan pırıl pırıl fışkırıyor, beş minik gölete düşüyordu. Gökyüzünde beş küçük bulut peş peşe dizilmişti.

Pırıltı alçak bir sesle, “Şimdi işin en neşeli yeri,” dedi. “Beş sayısı parmaklarımız gibi, elin beş parmağı gibi. Beş duyu: görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma. Bu çayırda beş ışık tohumunu bulmalı, beş uçlu yıldız çiçeklerine üflemeliyiz. Ama her tohum bir duyunla uyanır. Hazır mısın?”
Deniz başını salladı. Fındık da “Cık!” dedi, kulaklarını dikti.
İlk tohum, çayın kenarında saklıydı. Su yüzeyinde incecik bir çizgi gibi parlıyordu. Deniz yaklaştı, suya baktı. Gözleriyle dikkatle arayınca pırıltıyı gördü. “Gördüm!” dedi. Gözleriyle bulmuştu. Pırıltı gülümsedi. “Görerek buldun, bu birinci tohum.”
İkinci tohum, bir kelebek kanadının hemen arkasında hafifçe vızıldıyordu. Deniz kulağını uzattı. “Zzz… zzz…” Ses, çiçeklerin arasından geliyordu. Deniz sesin izini dinleyerek buldu. “Duydum!” dedi. Pırıltı, “Bu da işitme ile bulundu,” dedi.
Üçüncü tohum, çimenlerin arasında saklıydı. Deniz diz çöktü, çimenlerin kokusunu içine çekti. Bir kokunun diğerlerinden farklı, hafif vanilya gibi olduğunu fark etti. “Kokladım ve buldum!” dedi. Pırıltı, “Koku duyusu,” diyerek tohumun pır pır etmesine yardım etti.
Dördüncü tohum, küçük bir ahududunun içinde gizlenmişti. Deniz dikkatle bir parça kopardı, tadına baktı. Tat tatlıydı ve ağzında küçük bir ışık patladı. “Tattım ve buldum!” diye güldü. Fındık, “Cık!” dedi ve dudaklarını şapırdattı.

Beşinci tohum, rüzgarın okşadığı bir yaprağın altına saklanmıştı. Deniz elini uzattı, yaprağı nazikçe okşadı. Yaprağın pütürlü yüzeyini hissedince tohum, avucuna sıcacık yuvarlandı. “Dokundum ve buldum!” dedi.
Pırıltı kanatlarını hızla çırptı. “Harika! Beş duyuyla beş tohum!” Beş tohum havaya yükseldi ve beş uçlu yıldız çiçeklerinin üzerine kondu. Deniz derin bir nefes aldı. Fındık da yanına geçti. İkisi birden, “Bir, iki, üç, dört, beş!” diyerek nazikçe üflediler. Üfledikleri anda beş göletten aynı anda beş ince ışık yayıldı ve birleşerek parlak bir ışık damlası oldu.
“Beşin damlası!” diye sevinçle bağırdı Pırıltı. “Artık tüm damlalar bizde.”
Deniz ve Fındık, Pırıltı’nın peşinden Sayılar Bahçesi’nin kalbine, Gülümseme Saati’nin yanına geldiler. Saat, kocaman yuvarlak bir yüzü olan neşeli bir saatti. Ama yüzünde çizilen ağız eğik duruyor, gülümsemek yerine hafifçe hüzünlü bakıyordu. Etrafında beş küçük boşluk vardı. Boşlukların üzerinde 1, 2, 3, 4, 5 yazıyordu.
Pırıltı, “Damlaları sırayla yerleştirmeliyiz,” dedi.
Deniz, Bir’in ışık damlasını aldı. “Bir,” dedi ve birinci boşluğa yerleştirdi. Saatin yüzü bir an parladı. İkinci damla için, “İki,” dedi ve ikinci boşluğa koydu. Saatin gözleri kocaman açıldı. Üçüncü damla geldi, “Üç,” dedi. Saat neşeyle tik tak demeye başladı. Dört için, “Dört,” dedi Deniz ve damlayı yerine oturttu. Saatin kaşları sevinçle kalktı. Son olarak, “Beş,” dedi ve beşinci damla yerine oturdu.

O anda saatin yüzü kocaman bir gülümseme çizdi. Tik takları bir şarkıya dönüştü: “Bir, iki, üç, dört, beş gülmek için bir bahane seç.” Bahçedeki ağaçlar alkışlar gibi yapraklarını salladı, kuşlar cıvıldadı, dört yavru kedi bile miyaaavlayarak koşup geldi. Gökkuşağı kemeri daha da parlak oldu. Pırıltı havada bir takla attı.
“Başardık!” dedi Pırıltı. “Sayılar yerlerini buldu, Gülümseme Saati gülmeyi hatırladı. Artık her gün bahçeye gelen çocuklar sayıları oynayarak öğrenebilecek.”
Deniz, Fındık’a sarıldı. “Ben de öğrendim,” dedi. “Bir, iki, üç, dört, beş! Hem bir tek güneş, hem iki göz, hem üç kenarlı üçgen, hem dört köşeli kare, hem de beş parmak. Hepsi aklımda.”
Pırıltı, kanadından bir tüy kopardı ve Deniz’in saçına küçük bir tokaymış gibi iliştirdi. “Bu tüy, ne zaman sayıları karıştırırsan sana fısıldayacak,” dedi. “Unutma: sayılar bir sırayla dans etmeyi sever.”
Deniz, Fındık ve Pırıltı aynı pırıltılı yoldan geri yürüdüler. Gökkuşağı kemerinin altından geçerken, Deniz bir kez daha yüksek sesle saydı: “Bir, iki, üç, dört, beş!” Kemerin taşları yine gülümsedi.

Evine vardığında, öğleden sonraydı. Pencerenin kenarından sızan ışık, odasında dans ediyordu. Deniz yatağına oturdu. “Bugün ne öğrendin?” diye sordu kendi kendine. Fındık hemen cevap verdi: “Cık cık! Çok şey.” Deniz gülerek saymaya başladı: “Bir yatağım var. İki terliğim var. Üç basamakla balkona çıkıyorum. Dört kitap önümde masada. Beş parmağımı açtım, hepsi burada!” Parmaklarını açıp kapadı, her açışta minik bir rüzgar hissetti.
Akşam annesi ona elma dilimledi. Deniz elmayı görünce, “Beş parça olsun,” dedi. “Bir, iki, üç, dört, beş.” Her parçayı bir duyusuna armağan etti gibi yedi kokladı, baktı, dokundu, ısırınca çıtırtısını duydu ve tatlı tadını hissetti. Fındık da minik bir parça aldı, mutluluktan kuyruğu yay gibi kıvrıldı.
O gece, yatağına uzanınca, tavandaki fosforlu yıldızlara baktı. Beş uçlu yıldızlardan biri sanki göz kırpıyordu. Deniz, Pırıltı’nın tüyünü eline alıp fısıldadı: “Bir, iki, üç, dört, beş.” Sanki bahçedeki kuşlar duymuş gibi uzaklardan hafif bir şarkı geldi. Deniz gözlerini kapadı, kalbi bir damla ışık gibi sıcak sıcak oldu.
Ertesi gün arkadaşlarına anlatmak için sabırsızlandı. Parkta buluştuklarında hepsi oyun oynamak istedi. Deniz, “Birlikte bir sayı oyunu oynayalım mı?” dedi. “Bir olduğunda tek ayağımız üzerinde duralım. İki olduğunda zıplayalım. Üç olduğunda üç alkış. Dört olduğunda dört adım ileri. Beş olduğunda ellerimizle yıldız yapalım!” Arkadaşları güldü, hepsi bir ağızdan saymaya başladılar: “Bir! İki! Üç! Dört! Beş!” Park bir anda küçük bir Sayılar Bahçesi’ne dönüştü. Kuşlar şarkı söyledi, rüzgar dans etti, güneş güldü.
Oyun bittiğinde herkes mutlu ve biraz da yorgundu. Deniz, “Sayıların hepsi bizim dostumuz,” dedi. “Bir bize tek olmayı, iki birlikte olmayı, üç dengeli olmayı, dört düzenli olmayı, beş de duyularımızla dünyayı tanımayı öğretir.”

Fındık cık cık etti, “Ve hepsi birlikte şarkı söyler.” Deniz gülümsedi ve yeniden saydı: “Bir, iki, üç, dört, beş.” Kelimeler ağzından çıkar çıkmaz içindeki Gülümseme Saati de tik tak etti. Sanki her sayışında küçük bir mutluluk kapısı açılıyordu.
Günler geçti, Deniz her yerde sayıları görür oldu: Bir gökkuşağı kemerinin altından geçerken biricik güneşi selamlıyor, iki kuşun birlikte uçmasını izliyor, üç bulutun şekillerini anlamaya çalışıyor, dört yapraklı yonca arıyor, beş parmağıyla yeni şarkılar uyduruyordu. Ne zaman kafası karışsa, Pırıltı’nın tüyü hafifçe saçında titriyor, ona fısıldıyordu: “Sayılar sırayla dans eder: bir, iki, üç, dört, beş.”
Ve her akşam, uyumadan önce, Deniz pencereden göğe bakıyor, beş uçlu bir yıldız seçiyor, ona el sallıyordu. Yıldız da sanki başıyla selam veriyor, Sayılar Bahçesi’nden tek bir rüzgar çizgisi odasına kadar ulaşıyordu.
İşte böyle, Deniz sayıları öğrendi, onları oyunla, şarkıyla, dostlukla kalbine yazdı. Çünkü sayılar yalnızca ders kitaplarında değil bir çiçeğin yapraklarında, bir masanın ayaklarında, bir kelebeğin kanatlarında, bir elin parmaklarında, bir kalbin ritminde gizliydi. Ve en güzeli, hepsini sayınca yüzünde kendi kendine beliren bir gülümseme vardı. Gülümseme Saati gibi.
O günden sonra, Deniz ve Fındık, her yeni oyunda önce bir nefes alıp usulca saydılar: “Bir, iki, üç, dört, beş.” Dünya her defasında biraz daha pırıl pırıl oldu, sayılar her defasında biraz daha neşeyle dans etti. Ve masal da burada, bir gülümseme ve beş küçük ışıkla mutlu mutlu bitti.

Arkadaşlarınla Paylaş