

Bir varmış bir yokmuş, deniz kokulu, rüzgârı tuz gibi hafif hafif yüzlere çarpan küçük bir sahil kasabasında İpek adında bir abla ile Deniz adında bir kardeş yaşarmış. İpek’in saçları dalga dalga, sabırlı ve meraklıymış Deniz’in gözleri pırıl pırıl, soruları ise hiç bitmezmiş. İkisi, evlerinin arka bahçesinde, limonu andıran sarı boyalı küçük bir kulübenin önünde oyunlar oynar, bazen çiçeklere su verir, bazen de gökyüzündeki bulutlara isim takarlarmış.
O gün, güneş pamuk helvası gibi yumuşak ışıklar saçarken, İpek ile Deniz kırmızı, mavi ve beyaz parçalardan kocaman bir uçurtma yapmışlar. Uçurtmaya “Rüzgâr Balığı” adını vermişler. Deniz, “Rüzgâr Balığı bizi gökyüzündeki gizli yollara götürür mü?” diye sormuş. İpek gülümseyip, “Bilmiyorum ama birlikte öğrenebiliriz,” demiş.
Uçurtmanın kuyruklarına rengârenk bez bağladılar, rüzgârı dinlediler. Uçurtma bir süzüldü, iki süzüldü ve göğe tırmanmaya başladı. O sırada sahilden bir çatırtı sesi duyuldu. Küçük bir şişe, dalgaların getirdiği yosunların arasından kıyıya vurmuştu. Deniz koşup şişeyi aldı. İçinde parlayan bir kâğıt ve minik bir pusula vardı. Kâğıtta titrek harflerle şöyle yazıyordu: “Sevgili küçük deniz dostları, ben kasabanın gözcüsü olan Fener’in ışığıyım. Renklerimi kaybettim. Gemiler yolunu bulamıyor, martılar şaşırıyor. Renklerim yedi yere dağıldı. Beni yeniden boyayabilir misiniz?”

Deniz’in kalbi pıt pıt atmaya başladı. “Abla, fener yardım istiyor!” dedi. İpek, kâğıdı dikkatle okudu, pusulayı eline aldı. Pusulanın ibresi kuzey yerine küçük bir gülümseme resmine doğru dönüyordu. “Bu pusula yönleri değil duyguları gösteriyor gibi,” dedi İpek. “Gülümsemeyi takip edersek doğru yeri bulacağız.”
Yola çıkmadan önce İpek bir liste yaptı. “Önce annemize haber verelim, şapkalarımızı takalım, su mataralarımızı alalım,” dedi. Deniz ayakkabı bağlarını İpek’in öğrettiği gibi iki kere düğümledi. Annesi onları kapıda öptü: “Birlikte olun, acele etmeyin, doğayı incitmeyin,” dedi. İkisi de başlarıyla onayladılar.

Pusula, limandan yukarı doğru uzanan taş merdivenleri işaret etti. Merdivenlerin yanında kırmızı domatesler ve parlak elmalarla dolu küçük bir pazar kurulmuştu. İpek ve Deniz, elma tezgâhının altında hıçkırık gibi çıkan bir tıkırtı duydu. Eğilip bakınca, koca kıskacı olan bir yengecin bir kovanın altında sıkıştığını gördüler. Deniz biraz korktu ama İpek onun elini tuttu. “Yavaşça,” dedi, “birlikte kaldırırız.” Yengeci incitmeden kovayı kaldırdılar. Yengeç bir iki kere “gıdırt” eder gibi ses çıkarıp teşekkür etti ve kumların üstünde minik bir dans yaptı. “Cesaret, kırmızı gibidir,” dedi yengeç. “Korkarken de nazik olmak gerekir.” Sonra kovuğun içinden küçük bir kırmızı taş çıkardı. “Bunu alın. Fener’in kırmızısı, yardımlaşmadan doğar.” Deniz taşın sıcaklığını hissetti, “Teşekkürler, Kıskıç Bey!” dedi. Yengeç de kıskaçlarını sallayarak yan taraftaki dalgaların arasına karıştı.
Pusula bu kez portakal kokan bir patikayı gösterdi. Patika, turuncu çiçeklerle bezeli bir tepenin üzerine çıkıyordu. İpek, “Turuncu rengi bir gün batımına benzer,” dedi. “Galiba beklemeyi öğreneceğiz.” Tepeye vardıklarında Rüzgâr Balığı uçurtmalarını göğe bıraktılar. Uçurtmanın kuyruğu hafifçe titredi ve güneş yavaş yavaş ufka inmeye başladı. Deniz sabırsızlandı: “Şimdi olur mu? Şimdi?” İpek derin bir nefes aldı. “Bak, güneş portakal gibi dilim dilim oluyor. Sayalım,” dedi. Birlikte birden ona kadar saydılar. Güneş lastik top gibi yumuşakça suya dokunduğunda, gökyüzü turuncuya boyandı. O an uçurtmanın kuyruğundaki bir parça ışıkla doldu ve İpek onu dikkatle aldı. Parça, turuncu bir kurdeleye dönüşmüştü. “Turuncu sabırdan doğar,” dedi İpek. Deniz gülümsedi. “Beklemek güzelmiş, çünkü sonunda sürpriz oluyor.”

Yol onları sarı papatyalarla dolu bir çayıra götürdü. Çiçeklerin üzerinde vızır vızır arılar dolaşıyordu. Deniz bir an elini uzatacak gibi oldu ama İpek onun omzuna hafifçe dokundu. “Arılar bizim arkadaşımız,” dedi, “ama yuvalarına fazla yaklaşmadan izleyelim.” O sırada gözlerinde bal damlası gibi bir parlaklık olan yaşlı bir arı yanlarına kondu. “Sarı, özene ve bilgeliğe benzer,” dedi arı. “Biz çiçeklerden nektar alır, polen taşırız. Böylece çiçekler çoğalır. Sabırlı ve saygılı olanlara bir hediye veririm.” Minicik bir şişeden altın sarısı pırıltılı bir damla verdi. İpek damlayı avuçlarındaki turuncu kurdelenin yanına koydu, damla bir sarı boncuğa dönüştü. Deniz parmağıyla boncuğun pürüzsüzlüğünü yokladı. “Sarı, bilgeliğin rengi,” diye mırıldandı.
Bir sonraki durak ormandı. Pusula ibresi bu kez minik bir yaprak resmine dönmüştü. Ağaçlar arasında serin bir gölge, yaprakların arasında cıvıldayan kuşlar vardı. Fakat bir ağacın dibinde plastik bir poşet takılı kalmış, bir dalın içine karışmıştı. Deniz içini çekti. “Bu, ağacın canını acıtıyor olmalı,” dedi. İpek, “Doğayı korumak da bizim işimiz,” diye cevap verdi. Eldivenlerini çıkarıp dikkatle poşeti çözdüler, yanlarında getirdikleri çöp torbasına koydular. Yoldaki birkaç şişeyi de topladılar. Tam o sırada yaprakların arasından tartışır gibi mırıldanan bir kaplumbağa çıkageldi. “Yavaşlık da bir öğretmendir,” dedi kaplumbağa. “Yeşil, doğanın nefesidir. Siz doğaya iyi davranınca o da size iyi davranır.” Kaplumbağa sırtındaki kabuğun örsü gibi sert bir köşesinden minik bir yeşil yapraktaşı koparıp verdi. “Alın, bu da Fener’in yeşili.” Deniz, kaplumbağanın adımlarını saydı. “Bir, iki, üç...” İpek fısıldadı: “Sayı saymak sabrı güçlendirir.” İkisi birlikte kaplumbağayı uğurladılar.

Yol bir dereye, dere denize kavuşan küçük bir koya aktı. Gökyüzü masmavi, su cam gibi şeffaftı. Pusula bu kez bir damla şekline dönmüştü. Deniz ayakkabılarını çıkarıp ayak parmaklarını suya değdirdi. Su serin, kulağa fısıldar gibi konuşuyordu. “Mavi, sakinliktir,” dedi İpek. “Deniz gibi.” Bir yunus uzaktan başını çıkarıp sıçradı, sonra yeniden kayboldu. Dalgaların ritmine kulak veren Deniz, İpek’in öğrettiği gibi nefes aldı. “Dörde kadar sayarak nefes al, bir an tut, sonra dörde kadar sayarak ver,” demişti İpek. Deniz denedi. Kalbinin ritmi yavaşladı. O an kıyıya vuran bir midye kabuğu maviye dönüp parlamağa başladı. Deniz eğilip kabuğu aldı. “Mavi, sakin bir kalpte kendini gösterir,” dedi İpek. Kabuğu diğer renklerin yanına koydular.
Gün akşama dönmeye başladığında pusula koyu bir gece moruna, lacivertle karışık bir renge döndü. İnce rüzgâr saçları okşadı. Ufukta koca fener sessiz, soluk bir gölge gibi duruyordu. Kapısında, beyaz sakalı bulut gibi kabaran, gözleri deniz kadar derin bir dede oturuyordu. “Ben Bulut Dede,” dedi. “Fener’in bekçisiyim. Renkler gidince ışığım sönük kaldı.” İpek, topladıkları taşları, boncukları ve kurdeleyi gösterdi. “Çoğunu bulduk,” dedi. “Ama gece rengini ve moru hâlâ arıyoruz.” Dede gülümsedi. “Lacivert, gecenin sabrıdır. Gökyüzüne sessizce bakmayı bilene görünür. Gelin, birlikte bekleyelim.” Üçü fenerin balkonuna çıktılar. Gökyüzü kararıyor, ilk yıldızlar birer ikişer yanıyordu. Dede, parmağıyla bir yıldız çizgisi gösterdi. “Bakın, şu yıldızların adı Küçük Ayı’dır. Bir de şu var, Büyük Kepçe. Gökyüzü, sabırla bakanlara hikâye anlatır.” İpek ve Deniz sessizce dinlediler. Deniz içinden bir dilek tuttu: “Fener ışığını bulsun.” O an, göğün laciverti sanki ellerine süzüldü. Rüzgâr Balığı’nın ipeği lacivert bir şeritle boyandı. Deniz şeridi dikkatle aldı. “Bir rengi daha kazandık,” dedi.

Geriye mor kalmıştı. Pusula, fenerin arkasındaki küçük bir mağarayı gösterdi. Mağaranın ağzında mor çiçekler vardı. İpek el fenerini yakıp içeriye girdi. Deniz bir an tedirgin oldu. İpek onun elini sıkıca tuttu. “Korktuğunda söylemek cesarettir,” dedi. “Birlikteyiz.” Mağaranın duvarları kristallerle parlıyordu. Kristaller sabun köpüğü gibi renk değiştiriyor, bazen şeffaf, bazen çiğ damlası gibi pırıldıyordu. “Bu mağara sesi sever,” dedi Bulut Dede. “İçini sevgiyle doldurursanız renk verir.” İpek, Deniz’in sevdiği bir ninniyi mırıldandı. Deniz de ona katıldı. Sesleri mağaranın içinde dolaştı, yankılar gül gibi açıldı. Birden, en köşede, mor bir ışık tohum gibi belirip büyüdü. İpek avucunu uzattı. Mor bir taş, hafif ve ılık, orada duruyordu. Deniz taşın yüzeyine bakıp fısıldadı: “Mor, hayal gücünü seviyor.” İkisi de gülümsedi.
Artık bütün renkler tamamlanmıştı: kırmızı cesaret, turuncu sabır, sarı bilgelik, yeşil doğa sevgisi, mavi sakinlik, lacivert gece sabrı ve mor hayal gücü. Bulut Dede onları fenerin en üst katına çıkardı. Orada camdan bir kalp gibi duran büyük bir prizma vardı. “Renkler burada birleşir,” dedi. İpek ve Deniz renkleri sırayla yerleştirdi. Kırmızı taşı prizmaya dokundurduğunda camın içinde bir kıvılcım canlandı. Turuncu kurdele, sarı boncukla sarıldı yeşil yapraktaşı, mavinin yanına kondu lacivert şerit, mor taşla buluştu. O anda, sanki gökyüzü bir kapı açtı. Fenerin içi gökkuşağı gibi ışıldadı.

Deniz yerinde duramadı. “Çalışıyor!” diye sevinçle bağırdı. Fenerin ışığı limana doğru kocaman bir gökkuşağı yolu çizdi. Uzaktaki gemilerin düdükleri mutlulukla ötüyor, martılar kanat çırpıyordu. Kasabanın insanları fenerin ışığını görünce meydanda toplandı. Çocuklar zıpladı, balıkçılar şapkalarını salladı. Anneleri onları kucakladı. “Aferin size,” dedi. “Hem kalbinizle düşündünüz, hem de aklınızla.”
Bulut Dede, İpek ile Deniz’e küçük bir sandık verdi. Sandığın içinde, fenerin eski günlerinden kalma bir defter, bir kum saati ve küçük bir deniz kabuğu düdüğü vardı. “Deftere bugün olanları yazın,” dedi. “Kum saatini ters çevirip sabırlı olmayı hatırlayın. Deniz kabuğu düdüğünü üflediğinizde rüzgâr en nazik sesini getirir.” Deniz kabuğu kulağına götürdü. İçinden, denizin kalp atışını duyar gibi oldu.

Gece, kasabayı ninni gibi sararken İpek ile Deniz evlerine döndüler. Rüzgâr Balığı uçurtmayı duvara astılar. Uçurtmanın kuyruğundaki lacivert şerit ay ışığında hafifçe parlıyordu. Anneleri süt ve tarçınlı kurabiye getirdi. Birlikte mutfağın masasında oturdular. İpek defteri açtı. “Bugün ne öğrendik?” diye sordu. Deniz parmaklarını sayar gibi havaya kaldırdı. “Cesaret, sabır, bilgelik, doğa sevgisi, sakinlik, geceye güven ve hayal gücü...” İpek gülümsedi. “Ve bir de birlikte olmanın gücü,” dedi.
Deniz, “Biliyor musun abla,” diye fısıldadı, “korktuğumda elimi tuttuğun için gece bile o kadar karanlık gelmedi.” İpek kardeşinin saçlarını okşadı. “Sen söyleyince ben de daha cesur oldum,” dedi. “Korkularımız konuşunca küçülüyor.” Deniz, “Peki ya fener yine renklerini kaybederse?” diye sordu. İpek elini kalbine koydu. “Renkler aslında burada,” dedi. “Biz unutursak birbirimize hatırlatırız.”

O gece, Deniz yatağına yattığında, kum saatini komodinin üstüne koydu, kabuk düdüğünü yastığının yanına bıraktı. Gözlerini kapattı ve fenerin ışığından çizilen gökkuşağı yolunu düşündü. Rüyasında Rüzgâr Balığı onu bulutların üstündeki bir çayıra götürdü. O çayırda yengeç davul çalıyor, arı minik bir kemanla vızıldıyor, kaplumbağa yavaşça bir melodi söylüyordu. Gökyüzünde yıldızlar da ritme ayak uydurmuştu. İpek de oradaydı, elinde defter, gülümseyerek Deniz’e baktı. “Yazacak daha çok hikâyemiz olacak,” dedi.
Sabah güneş odanın duvarında dans ederken Deniz uyandı. İpek çoktan kalkmış, mutfakta pancake yapıyordu. Deniz mutfağa koştu. “Bugün ne yapıyoruz?” diye sordu. İpek pencereden denize baktı. “Bugün teşekkür ediyoruz,” dedi. “Yengece, arıya, kaplumbağaya, rüzgâra, gökyüzüne... Ve birbirimize.” İkisi de gülümsediler. Pancakeleri yediler, çantalarına biraz su ve birkaç kurabiye koydular. Sahile gittiler, küçük bir taşın üstüne “Teşekkürler” yazdılar. Deniz kabuk düdüğünü hafifçe üfledi. Rüzgâr, yanaklarını okşayan en nazik sesini getirdi. Dalgalar kıyıda tatlı tatlı köpürdü.

Günün ilerleyen saatlerinde kasabada küçük bir şenlik yapıldı. Fener’in ışığı için herkes birer renkli fener taşıdı kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor... İpek ile Deniz aralarında yürüdüler. İpek, “Renkler yalnızken güzeldir,” dedi. “Ama birlikte olunca masal olurlar.” Deniz başını salladı. “Biz de birlikte olunca masal oluyoruz,” diye cevap verdi. Ve o günden sonra, kasabanın çocukları bir şeyin yolunu kaybettiğini düşündüklerinde önce birbirlerinin elini tuttu, sonra nefes aldı, sonra da gökyüzüne bakıp gülümsedi. Çünkü bilirlerdi ki, bir gülümsemenin pusulası her zaman doğru yolu gösterir.
Böylece İpek ile Deniz, bir fenerin ışığını renklerle doldurdukları gibi, kendi içlerindeki ışığı da sevgi, sabır ve merakla parlattılar. Masalları kasabanın rüzgârına karıştı, martıların kanadına kondu, dalgaların şarkısına bir dize oldu. Ve her gece, fener gökkuşağı yolu çizdiğinde İpek ile Deniz pencereden bakıp fısıldadılar: “İyi geceler, deniz. İyi geceler, renkler. İyi geceler, rüzgâr.” Masal da tam burada, bir gülümsemeyle, tatlı bir rüzgâr gibi mutlu sonuna usulca ulaştı.

Arkadaşlarınla Paylaş