Ali altı yaşındaydı ve güneşli evlerinin mutfağında kendi boyundan uzun bir bardağa süt doldururken, annesinin karnının kocaman bir balon gibi yuvarlandığını fark etti. Annesi gülümsedi, sanki içinde küçük bir sır taşıyormuş gibi elini karnına koydu. “Minik kardeşin tekmeliyor,” dedi annesi, “sanki ‘Merhaba!’ der gibi.” Ali sütünü içti, bıyık yaptı. Sonra parmağını o bıyığa değdirip güldü. Ama kalbinin bir köşesinde çok küçük, pıt pıt atan bir merak ve kocaman bir soru duruyordu: Kardeş gelince her şey aynı kalacak mı?
Evin salonu küçük bir masal atölyesi gibi olmuştu. Renkli kağıtlar, minik çoraplar, yumuşacık battaniyeler… Ali, minik bir sandığın kapağına yıldızlar çiziyor, “Bunlar benim yıldızlarım ama kardeşimle paylaşacağım,” diyordu. Bazen “Abi” kelimesini söylerken göğsü kabarıyor, bazen de o kelime kalbinde kocaman bir taş gibi ağırlaşıyordu. Ya herkes onu değil de sadece minik kardeşi severse? Ya annesi eski hikâyelerini artık sadece bebeğe anlatırsa?
Bir gün dedesi geldi. Bahçede toprak kokusu vardı. Dede, Ali’nin avucuna küçücük bir tohum bıraktı. “Bu tohum,” dedi, “sevgi gibi. Toprağa eker, sular, güneşi verirsin. Sevgi de böyle. Paylaşınca azalmaz, büyür. Kardeş gelince ev sevgiyle dolup taşar.” Ali tohumu minik bir çukura bıraktı, üzerini kapattı, suladı. “Ne zaman büyüyecek?” diye sordu. Dede göz kırptı. “Sabırla bekleyince.”
O gece Ali yatağında dönüp durdu. Pencerenin perdesi hafifçe kıpırdadı. Birden odası tatlı bir ışığa boyandı. Küçücük bir ateşböceği gömleğinin cebinden ışık saçıyor, havada piruetler çiziyordu. “Benim adım Işıl,” dedi incecik bir sesle, “Ay beni gönderdi. Kalbinin pıt pıtlarını duyduk. Kardeşliğin yollarını merak ediyormuşsun.” Ali gözlerini kocaman açtı. “Evet,” diye fısıldadı. “Kardeş dediğin nasıl biri? Ben ne yaparım?”
Işıl, Ali’nin parmağına kondu. “Hazırsan, Kardeşler Ormanı’na gidelim.” Bir anda Ali’nin odası, yıldız tozu gibi parlayarak yok oldu. Yerine ay ışığına batmış yumuşacık bir yol çıktı. Yolun kenarlarında, pamuktan bulut çiçekleri, rüzgârla ninniler mırıldanan yapraklar, dallarında çıngırak asılı ağaçlar vardı. Bir ağacın altında kocaman, güler yüzlü bir ayı oturuyordu. Kucağında yavrusu, pençesinde bir kitap. Ayı başını kaldırdı. “Hoş geldin, Ali,” dedi. “Ben Nazik Ayı. Bu ormanda herkes birbirinin sesini dinler. Kardeşlikte en önemli şeylerden biri dinlemektir. Bebekler ağlayarak konuşur. Karnım aç, karnım tok, uykum var, canım sıkıldı… Her ağlayışın bir hikâyesi vardır. Sen dinleyip tahmin edince kalpleri yumuşar.”
Az ileride bir kaplumbağa, boynuna mavi bir fular bağlamış, usulca yürüyordu. “Ben Sabırlı Kaplumbağa,” dedi gülümseyerek. “Kardeş gelince bazen oyunlar yarıda kalır, anneler babalar yorgun olur. O zaman yavaş nefes almak iyi gelir. Hadi birlikte yapalım.” Ali, kaplumbağa ile derin bir nefes alıp yavaşça verdi. Kalbindeki küçük taş biraz hafifledi. “Nefes al, ver… Zihin sakinleşir,” dedi kaplumbağa.
Bir ağaç kovuğundan, fındık kabuğunu şapka yapmış ufacık bir sincap çıktı. “Ben Paylaşkan Sincap!” diye cıvıldadı. “Paylaşınca bir şeyler eksilmez, çoğalır. Şu fındığı tek başıma yediğimde ‘tık tık’ olur. Bir arkadaşla paylaştığımda ‘tık tık tık’ olur, çünkü gülüşler de katılır.” Sincap, bir fındığı ikiye bölüp Ali’ye uzattı. Ali gülerek aldı. “Peki ya oyuncaklarım?” diye sordu Ali. Sincap parmaklarıyla havada küçük bir köprü çizdi. “Her oyuncağın bir sırası vardır. Bebekler bazılarını kullanamaz zaten. Sen büyüksün, kuralları sen koyabilirsin: Yumuşak oyuncaklar bebeğin, küçük parçalı olanlar abinin. Sırayla ve dikkatle.”
Bir dalın ucunda, yeni çıkmış tüyleri kabarık iki minik kuş, annelerinin getirdiği kırıntıları bekliyordu. Kuşlardan biri biraz daha büyüktü gözlerinde merak, kanatlarında acele vardı. Annesi bir ekmek kırıntısını getirdi, büyüğü hemen kaptı ama sonra minik kardeşinin ağladığını görünce durdu. Kırıntıyı ikiye ayırdı, paylaşırken ikisinin de cıvıltısı havayı doldurdu. Işıl, Ali’ye baktı. “Gördün mü? Bazen önce sen alırsın, bazen önce kardeşin. Ama sonunda şarkı ikinize de yeter.”
Ormanın ortasında, yıldızlara benzeyen küçük taşlarla kaplı bir meydan vardı. Taşların üzerinde kelimeler ışıldıyordu: Sevgi, Sabır, Naziklik, Paylaşım, Oyun, Söz. Nazik Ayı, cebinden yumuşak bir pelerin çıkardı. Pelerin sanki ay ışığından dokunmuştu. “Bu, Abi Pelerini,” dedi. “Görünmezdir, ama kalbinde taşırsın. İçine her gün bir şey koyarsın: bir şarkı, bir sabır, bir yardım, bir gülümseme.” Sabırlı Kaplumbağa bir düğme dikti pelerine: “Zor anlarda nefes düğmesi.” Paylaşkan Sincap da minik bir cep ekledi: “Oraya güzel sözlerini koy.”
Ali ormanın yanında küçük bir gölete yaklaştı. Suyu ayna gibi pırıl pırıldı. Yansımada kendini, pelerinini ve arkasında bir bebek siluetini gördü. Bebek, minik bir elini ona uzatıyordu. Ali de elini uzattı. Parmakları suyun üstünde birbirine değdi ve gölde halkalar oluştu. Işıl, kulağına fısıldadı: “Kardeşlik böyle bir şey. Dokununca halka halka büyüyor.”
Sabah olduğunda Ali, yatağında uyandığında pelerini göremedi, ama kalbinin üzerinde yumuşak bir sıcaklık hissetti. Annem “Bugün günü olabilir,” dedi. “Hazır mısın, abi?” Ali hızla giyindi, en sevdiği mavi tişörtünü seçti. Baba çantasını aldı, annesinin elini tutarak hastaneye gittiler. Ali, babaannesinin yanında beklerken heyecanlıydı. Kapıların arkasından yeni bir ağlama sesi geldi. Ali’nin içi titredi. “Bebekler ağlayarak konuşur,” diye mırıldandı. Kalbindeki nefes düğmesine dokunur gibi derin bir nefes aldı.
Bir süre sonra baba geldi. Yüzünde gözyaşıyla karışık bir gülümseme vardı. “Ali,” dedi, “minik kardeşin dünyaya ‘Merhaba!’ dedi. Adını birlikte seçmiştik ya hani, Deniz.” Ali’nin gözlerinde mavi bir mutluluk dalgası aktı. “Deniz,” diye tekrarladı. Deniz sanki bir isim değil, bir şarkıydı. Odada annesi, kucağında battaniyeye sarılı minicik bir tomurcukla bekliyordu. Ali yaklaşırken ellerini otomatik olarak arkasına koydu. “Önce ellerini yıkayalım,” dedi babası nazikçe. Ali sabunu köpürttü, parmak aralarını ovaladı. Sonra annesinin yanına geldi. Deniz’in minik burun delikleri nefes aldıkça titriyor, göz kapakları rüya görüyor gibi kıpırdıyordu.
“Merhaba, Deniz,” dedi Ali kısık sesle. “Ben abin.” Deniz hafifçe kıpırdadı, sanki bu sesi tanıyormuş gibi başını çevirdi. Ali pelerininin görünmez düğmesine dokunur gibi oldu, sonra avucunu uzattı. Deniz’in mercimek kadar parmakları onun parmağını tuttu. O anda odanın içindeki hava biraz daha tatlı, biraz daha sıcak oldu.
Eve döndüklerinde her şey biraz değişmiş, ama yeni bir masal gibi değişmişti. Salondaki koltuğun yanında bebek beşiği vardı. Rafların birinde renkli bir zürafa çıktı ortaya. Annenin sesi daha yumuşak, babanın adımları daha özenliydi. Zaman zaman Deniz ağlıyor, zaman zaman mışıl mışıl uyuyor, zaman zaman da kocaman dünyaya bakar gibi gözlerini açıyordu. Bazı ziyaretçiler geldi herkes “Ayy ne tatlı!” diye Deniz’e bakıyor, küçük hediyeler getiriyordu. Ali bir an için içinde küçük kıskanç bir iğne batması hissetti. “Beni görmüyorlar,” diye düşündü. O sırada baba onun yanına oturdu. “Seninle iki kişilik bir oyun oynayalım mı?” dedi. Koridorda kâğıt uçak uçurdular. Anne, “Ali’nin yıldız resmine bakar mısınız?” dedi, resmi buzdolabına astı. O iğne yavaşça çıktı, yerini pıt pıt eden bir gurura bıraktı.
Gece olduğunda Deniz biraz huysuzlandı. Minik yüzü kırmızıya çaldı, kollarını havada salladı. Ali, Nazik Ayı’nın sözlerini hatırladı: “Her ağlayışın bir hikâyesi vardır.” Annesi, “Acıktı galiba,” dedi ve kucağına aldı. Bir süre sonra Deniz hâlâ huzursuzdu. Baba ikisini rahat ettirmeye çalışıyordu. Ali usulca odaya girip fısıldadı: “Belki de sıkıldı.” Yatağının altından bir el feneri ve yıldızlı resimlerini aldı. Tavanı karanlıkta yıldızlı bir gökyüzü gibi aydınlattı. “Bak, Deniz,” dedi, “bunlar Abi Yıldızları. Senin için çizdim.” El fenerinin ışığında yıldızlar dans ederken, Ali yumuşak bir tonda kendi uydurduğu şarkıyı söyledi: “Uyur Deniz, büyür Deniz, kalbimizde gül bir deniz…” Deniz’in kaşları gevşedi, gözleri yavaşça kapandı. Anne ve baba Ali’ye minnetle baktı. “Abi Pelerini’ni çok güzel kullanıyorsun,” dedi annesi. Ali gülümsedi. Pelerini görünmezdi ama sanki omuzlarında yumuşak bir ağırlık vardı.
Ertesi gün Ali, Deniz’e bir hediye düşünüp odasındaki en sevdiği oyuncak tavşanına baktı. Tavşanın bir kulağı hafifçe yamuktu, ama o yamukluk onun kahkahasıydı. “Bunu bir süreliğine Deniz’le paylaşabilirim,” diye düşündü. Tavşanı beşiğin kenarına koydu, ama küçük parçalı arabalarını uzak bir rafa kaldırdı. “Bunlar büyüklere,” dedi kendi kendine, “Deniz büyüyünce birlikte oynarız.” Paylaşkan Sincap’ın köprüsü Ali’nin odasında görünmez bir ışık gibi belirdi.
Bazen Ali de yoruluyordu. Bir gün parkta koşup eve dönünce, annesi Deniz’i uyutmaya çalıştığı için Ali’nin yeni resmine hemen bakamadı. Ali’nin içi yine sızladı. O sırada bahçeye çıktı, tohumunu hatırladı. Küçük yeşil bir filiz toprağı yarıp yukarı bakıyordu. Ali filize “Merhaba,” dedi. “Sen büyürken ben de büyüyorum.” Sonra Sabırlı Kaplumbağa’nın öğrettiği gibi derin nefes aldı. Annesi kapıda belirdi, “Resmini görmeye hazırım, abi,” dedi. Birlikte baktılar. Resimde Ali, annesi, babası ve beşikte Deniz vardı. Hepsinin etrafında çoook sayıda küçük kalp vardı. “Bu kalpler,” dedi Ali, “paylaştıkça çoğalanlar.”
Bir akşamüstü, mahalledeki teyzeler kapıya geldi. Biri, “Ali, küçük kardeşine nasıl yardımcı oluyorsun?” diye sordu. Ali kıkırdadı. “Ellerimi yıkıyorum, sessiz konuşuyorum, oyuncaklarımı dikkatle seçiyorum. Bir de bazen annemle kek yapıyor, bazen babama bebek bezi uzatıyorum. En önemlisi de Deniz’e yıldızları gösteriyorum.” Teyzeler alkışladı. Ali’nin göğsü kabardı, ama bu kez içi hafifti. Çünkü artık biliyordu, sevgisi büyüyordu.
O gece odasında pencereden içeri ince bir ışık sızdı. Işıl geri gelmişti. “Nasıl gidiyor, Abi Ali?” diye sordu. Ali gülümsedi. “Zor anlar var, ama nefes alıyorum. Deniz ağlayınca hikâyesini tahmin ediyorum. Bazen kıskanıyorum, ama sonra babamla oyun oynuyoruz. Yıldızlar da yardım ediyor.” Işıl havada küçük bir kalp çizdi. “Unutma,” dedi, “sen artık hikâye anlatan bir abisin. Kardeşin senin sesinle dünyayı tanıyacak.” Ali başını salladı. “Ben de onun gülüşüyle. Çünkü o gülünce benim içimde güneş açıyor.” Işıl göz kırptı. “Ay da bunu duymak istemişti.” Sonra pıt diye ışığını kapatıp, yeniden yakarak pencereden çıktı. Ay gökyüzünde gülümserken, rüzgâr perdeye ninni söyledi.
Günler geçti. Deniz biraz büyüdü, gülmeyi öğrendi. Ali, beşiğin yanına eğilip, “Ben geldim,” dediğinde, Deniz’in ağzı kulaklarına varıyor, küçük ayakları sevinçle kıpırdıyordu. Bir gün Ali, Deniz’i beşiğinden almayı düşündü, ama sonra durdu. “Önce sor,” dedi kendi kendine. “Anneme sorayım.” Annesine seslendi, “Deniz’i kucağına alabilir miyim?” Annesi, “Hadi birlikte,” dedi. Ali oturdu, annesi Deniz’i ona doğru dikkatle yerleştirdi. Ali, Deniz’in başını kolunun içindeki yastığa benzer boşluğa yasladı. Minik kardeşi ona baktı, cıvıldadı. Ali içinden bir şarkı daha buldu: “Ali ile Deniz, iki damla deniz…” Evde yeni bir sessizlik doğdu bu sessizlik sıcak ve mutlu bir sessizlikti.
Bir akşamüstü gökyüzü pembe ve turuncu renklere boyanmışken, Ali bahçeye çıktı. Filiz büyümüş, iki yaprak olmuştu. Ali fısıldadı: “Ben de büyüyorum.” Sonra elini kalbine koydu. İçeride görünmez pelerini hafifçe kıpırdadı. Bu pelerin, Nazik Ayı’nın gülümsemesinden, Sabırlı Kaplumbağa’nın nefeslerinden, Paylaşkan Sincap’ın fındıklarından ve Işıl’ın ışığından dokunmuştu. Ama en çok da Ali’nin her gün koyduğu küçük şeylerden: bir gülümseme, bir bekleyiş, bir yıldız, bir şarkı.
O gece evde herkes birlikte oturdu. Baba çayını yudumlarken, anne Deniz’i salladı, Ali de el feneriyle tavana bir kez daha yıldızlar çizdi. “Abi Yıldızları” evin tavanında gök gibi uzandı. Deniz onun ışığında mışıl mışıl uyudu. Ali annesine yaklaştı. “Anne,” dedi, “Kardeş gelince ev küçülmedi. Sanki büyüdü. Sanki duvarlar uzadı, pencereler büyüdü, kalpler genişledi.” Annesi gülümsedi. “Sevgi böyledir,” dedi. “Paylaştıkça büyür.” Baba ekledi: “Ve abiler onu parlatır.” Ali başını salladı. “Ben parlatırım. O da beni parlatır.”
Pencerenin dışında ay, masal gibi parlarken, bir ateşböceği uzaktan küçük bir halka çizip, ışığını söndürüp yakarak veda etti. Ali, Deniz’in beşiğinin yanına bir sandalyeyi çekti, sessizce bekledi. Deniz’in nefes alışverişini dinledi. Her nefes, evin duvarlarına ince bir mutluluk dokuyordu. Ali gözlerini kapadı. Rüyasında yine Kardeşler Ormanı’nı gördü yıldız taşları, nazik ayılar, sabırlı kaplumbağalar, paylaşkan sincaplar… Ve ormanın ortasında Deniz’le el ele dolaşan iki kardeş. Birlikte şarkı söylüyorlardı: “Biz biriz, biz çoğuz, sevgiyle doluyuz.”
Sabah güneş pencereden sızarken, evin içinde yeni günün kokusu dolaşıyordu. Tereyağlı ekmek, süt ve bebek pudrası… Ali gülerek uyandı. Yeni bir oyuna, yeni bir yardıma, yeni bir şarkıya hazırdı. Çünkü artık biliyordu: Abi olmak, bir masalın kahramanı olmak gibi. Cesur olmak kadar nazik, hızlı olmak kadar sabırlı, güçlü olmak kadar paylaşkan olmak gerekiyordu. Ve en güzeli, bu masalın sonu her gün yeniden mutlu bitiyordu.
Arkadaşlarınla Paylaş
