Meriç, altı yaşında, meraklı gözlü, kıvırcık saçlı bir çocuktu. Şehrin kalabalığından biraz uzakta, küçük ama çok sevimli bir evde ailesiyle birlikte yaşıyordu. Evin arkasında, gökyüzüne uzanan ağaçların olduğu büyük bir orman vardı. Bu orman o kadar güzeldi ki kuşlar bile şarkı söylemek için burayı seçerdi.
Meriç, en çok doğayı seviyordu. Ağaçlara dokunmayı, çiçeklerin kokusunu içine çekmeyi, toprağa çıplak ayakla basmayı… En ama en çok da hayvanları seviyordu. Her sabah uyanır uyanmaz camdan dışarı bakar, kuşları dinlerdi.
Bir gün sabah erkenden, güneş daha yeni doğarken, Meriç anne ve babasının yanına koştu.
“Anne, baba, bugün ormana gidebilir miyim? Lütfen! Ağaçlara bakmak, kuşları dinlemek istiyorum,” dedi heyecanla.
Annesi gülümsedi. “Tabii gidebilirsin Meriç. Ama her zamanki üç kuralı unutmak yok,” dedi.
Babası parmaklarını kaldırıp saydı: “Bir: Yalnızca patikadan gideceksin. İki: Çöplerini asla yere atmayacaksın. Üç: Tanımadığın hayvanlara dokunmayacaksın, sadece uzaktan bakacaksın.”
Meriç kocaman başını salladı. “Söz veriyorum! Hem doğa bizim arkadaşımız, ona zarar verilir mi hiç?” dedi.
Annesi bir sırt çantası hazırladı. İçine bir şişe su, küçük bir sandviç, bir elma ve minik, mavi bir dürbün koydu. “Bunu da al, kuşları daha yakından görürsün,” dedi.
Meriç sevinçle zıplayarak çantayı taktı ve kapıya koştu. “Gidip hemen geliyorum!” diye seslendi.
Kapının önünde onu başka bir arkadaşı bekliyordu: Minik köpeği Pamuk. Pamuk, bembeyaz tüylü, kahverengi kulaklı, çok neşeli bir köpekti. Kuyruğunu hızlı hızlı sallıyor, sanki “Beni de götür!” der gibi bakıyordu.
“Gel Pamuk, sen de benimle geliyorsun,” dedi Meriç.
Böylece ikisi birlikte ormana doğru yürümeye başladılar. Yol boyunca Meriç, yerdeki minik karıncaları izledi, bir ağacın gövdesinde tırmanmaya çalışan böceği merakla seyretti. Ormana girince etraf daha serin ve daha sessiz oldu. Yalnızca kuşların cıvıltısı ve yaprakların hışırtısı duyuluyordu.
Meriç bir süre patikada yürüdükten sonra bir ağacın altına oturdu. Çantasından dürbünü çıkarıp gökyüzüne çevirdi. Bir dalda kırmızı göğsü olan minik bir kuş gördü. Kuş şarkı söylüyordu.
“Ne kadar güzel,” dedi fısıltıyla. Sonra Pamuk’a döndü. “Bak Pamuk, eğer biz doğayı korursak kuşlar hep böyle mutlu şarkı söyler. Ama ağaçları keserlerse, çöpleri yere atarlarsa, kuşların yuvası kalmaz,” diye anlattı.
Tam o sırada rüzgâr biraz daha sert esti. Birkaç kuru yaprak Meriç’in ayaklarının dibine düştü. Yaprakların arasında mavi renkli bir şey dikkatini çekti. Eğildi, baktı. Yerde buruşturulmuş bir plastik şişe vardı.
“Bu da ne?” diye söylendi Meriç. “Kim doğanın içine çöp atar ki?”
Plastik şişeyi dikkatle aldı, çantasının dış cebine koydu. “Eve dönünce geri dönüşüm kutusuna atarım,” dedi. “Doğa bizim değil, hepimizin. Hayvanların da evi burası.”
Yürümeye devam ettiler. Bir süre sonra patikanın kenarında su sesi duydular. Meriç merakla sese doğru ilerledi. Ağaçların arasından geçince küçük, berrak bir dere gördü. Su şırıl şırıl akıyordu. Güneş ışığı suya vurunca minik yıldızlar gibi parlıyordu.
“Ne güzel bir yer!” dedi Meriç. Derenin kenarına oturdu, elini suya soktu. Su serin ve mis gibiydi.
Pamuk da eğildi, sudan birkaç yudum içti. Tam o sırada ileriden bir “vak vak” sesi duydular. Derenin biraz ilerisinde, üç küçük ördek yüzüyordu. Sarı tüylü, minik gövdeleriyle suyun üstünde süzülüyorlardı.
“Merhaba ördekler!” diye seslendi Meriç. “Suyu tertemiz tutacağım, söz veriyorum!”
Ördeklerden biri sanki onu anlamış gibi biraz daha yaklaştı, başını suya daldırıp tekrar çıkardı. Bu hareket Meriç’e gülünç geldi, kahkaha attı.
Biraz daha etrafa bakınırken dere kenarında parlak bir ses geldi: “Cırrrt!”
Bu ses, bir ağacın arasına gerilmiş örümcek ağından geldi. Ağın ortasında minik bir örümcek duruyordu. Gün ışığı ağın üzerinde parlıyor, adeta gümüş bir tabak gibi görünüyordu.
Meriç gözlerini kocaman açtı. “Vay canına, ne kadar güzel bir ağ!” dedi. “Örümcekler de emek veriyor. Biz onların ağını bozmamalıyız.”
Sonra kendi kendine düşündü: “Aslında her hayvanın bir görevi var. Örümcekler böcekleri yakalar, kuşlar tohum taşır, arılar çiçekleri dolaşır… Hepsi doğayı yaşatır. Biz insanlar da onların evi olan doğayı korumalıyız.”
Tam o sırada, yakından hafif bir hışırtı sesi geldi. Pamuk kulaklarını dikti, Meriç de dikkatle dinledi. Çalıların arasından kahverengi, minik bir tavşan çıktı. Kocaman kulaklı, yumuşak gözlü bir tavşandı bu. Bir an durdu, Meriç’e baktı, sonra hop diye bir sıçrayışta az ilerideki çimenlerin arasına zıpladı.
“Ne tatlı!” diye fısıldadı Meriç. Tavşanın korkmaması için yerinde sakince oturdu. “Merak etme küçük tavşan, ben sana zarar vermem,” dedi.
Tavşan biraz daha ileride durdu, arkasına dönüp tekrar baktı sanki. Sonra yavaşça çimenlerin arasına karıştı. Meriç’in içi sevinçle doldu. Doğada böyle hayvanları kendi gözleriyle görmek ona kendini çok özel hissettiriyordu.
Bir süre sonra Meriç acıktığını fark etti. Çantasından sandviçini ve elmasını çıkardı. Küçük bir örtü gibi montunu yere serdi ve üstüne oturdu. Sandviçini yerken etrafa bakıyor, kuşları dinliyordu. Son lokmasını da bitirince elmayı eline aldı. Tam ısıracakken durdu.
“Kabuklarını yere atmayacağım,” dedi kendi kendine. “Elma kabuğu doğada kaybolur ama yine de etrafı kirli gösterir. En iyisi çantama koyup evde çöpe atmak.” Böylece elma kabuğu bile olsa hiçbir şeyi toprağın üstünde bırakmadı.
Karınlar doyunca, Meriç ve Pamuk biraz daha yürümeye karar verdiler. Ormanın içine doğru ilerledikçe ağaçlar sıklaştı. Güneş ışığı yaprakların arasından süzülüyor, yerde dans eden gölgeler yapıyordu. Meriç, her adımda yeni bir şey keşfediyordu. Bir ağacın gövdesinde yosunlar vardı. “Demek bu taraf daha gölgeli, o yüzden yosunlar burada,” diye düşündü. Yerdeki yaprakların arasında, kabuğu çizgili, minik bir salyangoz gördü.
“Merhaba salyangoz,” dedi. “Evini sırtında taşıyorsun, ne ilginç!”
Salyangoz ağır ağır ilerliyordu. Meriç onun yoluna taş koymamaya dikkat etti, tam tersine önündeki küçük çubuğu kenara çekti. “Al bakalım, yolun açık olsun,” dedi gülerek.
Biraz daha yürüyünce, bir ağacın dibinde garip bir şey gördü. Kırılmış bir dalın üzerine takılmış, renkli, parlak bir poşet sallanıyordu. Rüzgâr estikçe poşet hışırdıyor, dallara dolanıyordu. Poşetin hemen yanında sıkışmış plastik bir ambalaj vardı.
Meriç’in içi burkuldu. “Doğa bu çöpleri hak etmiyor,” dedi. Poşeti ve ambalajı dikkatle dalın üzerinden aldı. Çantasının diğer cebine özenle yerleştirdi. “Hepsini geri dönüşüme vereceğim. Belki yeniden bir oyuncak olur, ya da başka bir şeye dönüşür. Böylece doğa kirlenmez.”
Pamuk sanki onu onaylar gibi kuyruğunu hızlı hızlı salladı.
O sırada ağaçların tepesinden bir sincap atladı. Kahverengi, kabarık kuyruğu vardı. Bir daldan diğerine zıpladı, sonra ağacın gövdesinde durup Meriç’e baktı. Elinde minicik bir kozalak tutuyordu.
Meriç gülümsedi. “Merhaba küçük sincap! Sen de ağaçların sayesinde yaşıyorsun, değil mi?” dedi. “İnsanlar ağaçları keserse sizin eviniz ne olacak?”
Sincap hafifçe başını yana eğdi, sanki onu dinliyordu. Sonra hızlıca başka bir dala zıplayıp gözden kayboldu.
Akşamüstü yaklaşırken gökyüzü yavaş yavaş turuncuya dönmeye başladı. Kuşların sesi biraz azaldı, rüzgâr hafifledi. Meriç saatin geç olduğunu fark etti.
“Pamuk, artık eve dönmeliyiz,” dedi. “Annem merak eder.”
Dönüş yolunda yürürken, orman sanki ona teşekkür ediyormuş gibi hissediyordu. Yapraklar hafifçe hışırdıyor, kuşlar son şarkılarını söylüyordu. Meriç çantasındaki çöpleri düşündü. “Keşke herkes çöplerini toplasa, o zaman doğa hep böyle yemyeşil kalır,” diye içinden geçirdi.
Eve vardıklarında hava hafifçe kararmaya başlamıştı. Annesi kapıda onları karşıladı.
“Hoş geldiniz! Nasıl geçti ormanda günün?” diye sordu.
Meriç hemen çantasını çıkarıp içindekileri gösterdi. Plastik şişe, poşet ve ambalajları tezgâhın üzerine koydu.
“Bunları ormanda buldum,” dedi. “Hepsini çantama koydum, çünkü doğa çöp kovası değil. Bunları geri dönüşüm kutusuna atabilir miyiz?”
Annesi gururla gülümsedi. “Elbette atarız. Sen doğanın gerçek bir dostu olmuşsun, Meriç,” dedi.
Babası da yanlarına geldi. “Demek ormanda hem eğlendin hem de onu korudun,” dedi. “Biliyor musun, doğayı koruyan herkes, ormanın, hayvanların ve gelecekteki çocukların da kahramanıdır.”
Meriç’in gözleri parladı. “Ben kahraman olmak isterim,” dedi. “Ama pelerin falan takmadan. Benim pelerinin yerini, sırt çantam ve çöp toplayan ellerim alsın.”
Hep birlikte gülüştüler.
Annesi, “Peki başka neler gördün?” diye sordu.
Meriç, ördekleri, tavşanı, sincabı, salyangozu, örümcek ağını anlattı. “Hepsinin bir görevi var,” dedi. “Biz insanlar da görevimizi yapmalıyız. Çöp atmamalı, ağaçları korumalı, suyu boşa harcamamalıyız.”
Babası başını salladı. “Doğru söylüyorsun. Suyu tasarruflu kullanmak da doğayı korumaktır. Musluğu gereksiz yere açık bırakmamalıyız.”
“Bir de elektrik,” dedi Meriç. “Boş odada ışık bırakmayacağız. Çünkü elektrik için bazen doğaya zarar veren işler yapılıyor. Biz az kullanırsak doğa daha az zarar görür.”
Annesi şaşkınlıkla ve mutlulukla baktı ona. “Ne kadar çok şey öğrenmişsin, Meriç,” dedi. “İstersen yarın evde küçük bir afiş hazırlayalım. Üzerine ‘Doğayı Koru’ yazalım, altına da maddeler ekleyelim. ‘Çöp atma, suyu boşa harcama, ağaçları sev’ gibi.”
“Harika fikir!” dedi Meriç. “Ben çizebilirim de! Bir köşeye tavşan, bir köşeye sincap, ortaya da kocaman bir ağaç çizerim. Üstüne de yazı yazarız.”
O akşam hep birlikte mutfakta yemek yerlerken pencereden dışarı baktılar. Ormanın karanlık silueti, gökyüzündeki yıldızların altında çok huzurlu görünüyordu. Rüzgâr hafifçe esiyor, yapraklar fısıldaşıyordu sanki.
Meriç içinden ormana, ağaçlara ve hayvanlara teşekkür etti. “Sizin sayenizde çok şey öğrendim,” diye düşündü. “Merak etme orman, ben senin dostunum.”
Yemekten sonra babası, Meriç’e küçük bir hikâye kitabı verdi. Kitabın kapağında ağaçlara sarılan çocuklar vardı.
“Bu kitapta da doğayı seven çocukların hikâyeleri var,” dedi babası. “Sen de onlardan birisin.”
Meriç kitabı kucağına aldı, kapağına sevgiyle dokundu. “Ben sadece doğayı sevmiyorum, aynı zamanda onu korumak istiyorum,” dedi. “Yarın arkadaşlarıma da anlatacağım. Hep birlikte ormana gittiğimizde, kimse yere çöp atmayacak. Hatta gördüklerimizi de toplarız.”
Annesi, “İşte bu, gerçek bir kahraman gibi konuştun,” dedi.
Gece olup yatma vakti gelince, Meriç dişlerini fırçalayıp pijamalarını giydi. Odasına gidip yatağına uzandı. Pamuk da her zamanki gibi yatağın yanına kıvrılıp uyumaya hazırlandı.
Meriç gözlerini kapatmadan önce, pencereden bir kez daha dışarı baktı. Gökyüzündeki yıldızlar, ormanın üzerine ışık saçıyordu. Sanki her yıldız ona “Aferin, doğayı koruduğun için teşekkür ederiz,” der gibi parıldıyordu.
Meriç gülümsedi. “Rica ederim,” diye fısıldadı. “Ben hep yanınızdayım.”
O gece rüyasında, ormandaki hayvanlarla konuştuğunu gördü. Tavşan ona teşekkür ediyordu. “Sayende evim temiz kaldı,” diyordu. Sincap, “Ağaçları koruduğun için sana fındık şöleni yapacağız,” diyordu. Ördekler neşeyle vak vaklayarak derenin temiz suyunda yüzüyor, arılar çiçekten çiçeğe uçuyordu. Hepsi birlikte şarkı söylüyorlardı:
“Doğayı sev, doğayı koru,
Yemyeşil dünya bizim yuvamızdır, unutma bunu.”
Meriç rüyasında onlara eşlik etti. El ele tutuşup ormanın içinde dolaştılar, çiçeklere su verdiler, yeni fidanlar diktiler, çöpleri topladılar. Her adımda orman biraz daha güzelleşti, biraz daha yeşerdi.
Sabah olduğunda güneş yine pencereden içeri sızdı. Kuşlar, her zamanki gibi şarkı söylüyordu. Meriç gözlerini açtı, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
“Günaydın doğa,” dedi. “Ben yine buradayım.”
Ve o günden sonra Meriç, yemyeşil doğanın küçük kahramanı olarak her zaman doğayı korumaya, hayvanlara saygı duymaya ve çevresindekilere bunu anlatmaya devam etti. Çünkü o biliyordu ki, mutlu bir dünya için doğanın da mutlu olması gerekiyordu.
İşte böylece, meraklı gözlü küçük Meriç’in yemyeşil doğadaki maceraları, hem onun kalbini hem de etrafındaki herkesi güzelleştirmeye devam etti. Ve doğa, dostu Meriç’le birlikte uzun uzun, mutlulukla yaşamayı sürdürdü.
Arkadaşlarınla Paylaş
